İlkokulu bitirince rahmetli babam ağabeyimle beni Uşak İmam-Hatip Okulu’na yazdırdı.
“Oğlum bizler okuyamadık. Siz okuyun.” dedi. ‘‘Bu okulda hem bir meslek sahibi olursunuz hem de dininizi öğrenir, vatana millete faydalı olursunuz.”Okulumuzdaki öğrencilerin çoğu benim gibi yırtık pırtık elbiseler içindeki fakir köylü çocuklarıydı.
Bazı öğrenciler kalacak yer bulamadığı için, cami köşelerinde, kömürlüklerde, fırın işçileri ile un çuvalları arasında yaşamak zorunda kalıyorlardı.
Biz şanslı sayılırdık, anneannemlerde kalıyorduk.
Kitapları çok seviyorduk.
Saadet Kitabevi, kültürümüze ait kitaplar satan tek kitabeviydi.
Oraya sık sık uğruyorduk.
İlk çıkan romanlardan biri ‘‘Minyeli Abdullah”tı.
Şule Yüksel Şenler’in ‘’Huzur Sokağı’’ peşinden geldi. Ardından da Tarık Buğra'nın ‘’Küçük Ağa’’sı.
Bu kitaplar, yürümek zorunda olduğumuz karanlık yollarda yakılmış mumlar gibi geldi bize.
1970’lerin ortalarında Vehbi Vakkasoğlu’nun “Önce Alkışladılar Sonra Öldürdüler” kitabı çıktı.
Son derece ibret verici bir kitaptı.
Adı bile çok trajikomik gelmişti bana.
İnsanlar alkışladıklarını neden öldürsün?
Kitap tam da bu sorunun cevabını veriyordu.
Tarih gerçekten bir ibret, bir ders deryasıydı.
Öldürülenler sıradan insanlar değildi.
Zaten sıradan bir insanla kim uğraşmak isterdi.
Kitapta Doğu’dan ve Batı’dan örnekler vardı.
İmam-ı Azam, İmam-ı Malik, Ahmed İbni Hanbel gibi büyük alimler vardı.
Hallacı Mansur, Şemsi Tebrizi, İskilipli Atıf Hoca, Hasan El Benna vardı.
Hazreti Hüseyin gibi zulme isyan eden yiğitler, Genç Osman gibi padişahlar, Kral Faysal gibi idareciler, Menderes gibi başbakanlar vardı.
Sokrat gibi düşünürler, Malcom X gibi misyon adamları vardı.
17-25’e kadar hemen bütün kesimler Hocaefendi’yi hep alkışladı. Bütün faaliyetlerini, çalışmalarını takdir ederek desteklediler.
Başta Türkçe Olimpiyatları olmak üzere Hizmet Hareketi’nin hemen bütün faaliyetlerine katılarak övgü dolu, duygusal konuşmalar yaptılar.
Hocaefendi için “Bitsin artık bu sıla hasreti!” diyerek hararetle yurda dönmesi için çağrılarda bulundular.
Cumhurbaşkanları, “Türk okullarına sahip çıkın.” diyerek büyükelçilere yazılar yazdı, gittikleri ülkelerde “Bu okulların kefili biziz.” dediler.
Alparslan Türkeş “Hayallerimi sen gerçekleştirdin.” dedi.
Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel Sultan Ahmet Camii'ndeki bir Cuma namazı sonrası Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’e Hocaefendi’yi tanıtırken;
“Ülkemizin medar-ı iftiharı Fethullah Gülen Hocamız!” dedi.
Elinden ödül aldı.
Kimi Hocaefendi için “Asrın Mevlana”sı dedi, kimi “Evren Öğretmeni”.
Kimi “Çılgın Türk” dedi, kimi “Dünya çapında bir vizyoner”, kimi “Birleşmiş Milletlerin başında olması gereken adam”.
Başbakan Ecevit Davos’a bir dünya markası olarak “Dünyaya Yayılan Türk Okulları” dosyasını götürdü.
Roma’ya giden Hocaefendi’yi karşılaması için büyükelçiye talimat verdi.
Papa ile görüşme sonrasında Cengiz Çandar NTV’deki Püf Noktası programının açılışını şu sözlerle yaptı;
“Bugün son derece değerli ve önemli bir konuğumuzla birlikte söyleşeceğiz. Bu konuğumuz yüzlerce yıl öncesinden ta Orta Asya’dan Hoca Ahmed Yesevi ile birlikte başlayıp Anadolu'da Yunus Emre'den, Mevlâna Celaleddin Rumi'den bugüne kadar uzanan yüce fikir çınarımızın günümüze uzanan en önemli dalı belki de…”
Taha Akyol da uzunca bir giriş cümlesinden sonra şu sözlerle sordu sorusunu:
“Sizin fikri kaynaklarınız nedir? Fikri muhtevanız nedir ki, Çetin Altan'dan Nilüfer Göle'ye kadar, Bülent Tanör'e kadar laikliği benimsediklerinden kesinlikle şüphe edilemeyecek önemli düşünce ve bilim adamları da sizi Türkiye için bir şans olarak görüyorlar?”
Türkçe Olimpiyatları’nı izleyen Yavuz Bülent Bakiler; “Bu güzellikler, tamamen Fethullah Gülen Hocaefendi’nin yönlendirmeleri ile oldu.” dedi. “Kabul etmeliyiz ki İmparatorluk devrimizde de Cumhuriyet hükümetleri zamanında da dünyanın 100 ülkesinde Türk okulları açılmadı. Türkçe, bugünkü gibi yaygın hale getirilmedi. Bu mükemmel gelişmeyi milletimize, devletimize Fethullah Gülen Hocaefendi kazandırdı. Bizim inancımıza göre Fethullah Gülen Hocaefendi’nin sevap defteri, ebediyen kapanmayacaktır.”
Yine Türkçe Olimpiyatları’nın kapanış konuşmasında Meclis Başkanı Bülent Arınç Hocaefendi’yi ve okulları öve öve bitiremedi:
“Değerli dostlar! Bakınız, çok güzel bir tablo ile karşı karşıyayız. Sağınıza, solunuza bakın. Türkiye'nin yüz akı olan sanatçılarımız burada, gazetecilerimiz burada, yazarlarımız burada, siyasi partilerimiz burada, iş adamlarımız burada, belediye başkanlarımız burada, ev hanımlarımız burada, sokakta işportacılık yapan tertemiz insanlarımız burada.
Türk okulları destan yazıyor, desteklemeliyiz.
ODTÜ, Bilkent, Boğaziçi, Hacettepe mezunu, 21-22 yaşında yüzüne bakmaya doyamadığımız gencecik kızlarımız Moğolistan'ı bile yakın görüyorlar. Çuvaş'a, Vietnam'a, Japonya'ya gidiyorlar. Genç delikanlılar çok güzel bir hizmet için gidiyorlar.
Pırıl pırıl bir dünya, barış, huzur ve sevgi dolu… Bu sevgiyi büyütenlere, bu hizmete el ucu kadar yardımcı olanlara başından sonuna kadar teşekkür ediyorum.”
Barış Manço Tayland’da, Türkmenistan’da ve diğer ülkelerde gördüklerini yaşadıklarını teatral tarzıyla anlattı:
“Tayland'ın Çenmay şehrinde çekimlerden dolayı tutuklanıp hapse atıldık. Dört tane delikanlı geldi. ‘Siz kimsiniz?’ dedim. ‘Bizler buradaki Fatih Koleji'ndeniz.’ dedikleri anda benim itikadım sarsıldı.
‘Allah, Allah! Aklıma mukayyet ol Ya Rabbi!’ dedim.
Bu bir örnek sadece… Bunu iki binle çarpın. Ben bunları görüyorum. Kuala Lumpur'dan Manila'ya kadar…
Çok enteresandır. Bazı yerlere, herhalde, ayağını ilk basan Türk benim diye gururlanırken, bir de bakıyorum ki Türk bayrağı, Türk okulu! Şaşırıyorum. Yani buralara ilk defa gelen Türk gibi övünürken, orada okulları görünce aklımı oynatasım geliyor.”
Gün geldi, devran döndü iktidar, bir zamanlar çete, mafya dedikleri Ergenekoncularla, Balyozcularla dirsek temasına geçerek, Hizmet Hareketi ile ipleri kopardı. İpleri koparmakla kalmadı; hışımla, acımasız bir şekilde saldırıya geçti. Bir zamanlar her fırsatta kardeş olduklarını ilân eden bütün camia mensuplarını haşhaşi, hain, ajan, çete, örgüt listelerine kaydederek savaş açtı.
15 Temmuz sonrası hoca kılıklı provokatörler, meydanlarda ve televizyonlarda halkı tahrike başladı.
“Bunların malları, mülkleri ganimet, ganimet!” diyerek halkı yağma ve saldırıya teşvik ettiler. Binbir emekle yapılan güzelim Hizmet müesseselerine demir sopalarla saldırdılar.
Okulların, yurtların kapılarını, camlarını tuzla buz ettiler. Levhalarını parçaladılar.
Hâlbuki daha dün kendi çocukları o okullarda okuyordu.
Ülke bir kibrit çaksan yanacak hale geldi
Yaz güneşinin altında, sıcaktan çıtırtıları duyulan bir ormana döndü.
Zindanlardan işkence ve ölüm haberleri gelmeye başladı.
Meriç Nehri, bütün yüreklerde derin bir yara olarak akmaya başladı.
Hocaefendi İskenderun’da askerliğini yaparken komutanı hem onun Merkez Camisi’nde konuşmasına izin veriyor hem de kendisi de her cuma gidip zevkle dinliyormuş.
Bir gün Hocaefendi camide yine; vahdet-i vücut, panteizm deyip, Hallac-ı Mansur’un Tavasin'inden bahsederken, o bahtiyar komutan camiden dışarıya çıkıp, başını sağa sola sallayarak şöyle diyor:
“Bu aptallar, bu cahil insanlar, Hallaç gibi seni de taşlaya taşlaya öldürecekler, ödüm kopuyor!”
Ellerine geçirselerdi bu gözü dönmüş güruh onu yapmaktan da büyük bir zevk alırdı.
Attıkları taşlar ona ulaşmadı ama koca koca kayalar gibi kelimelerle, sözlerle saldırdılar.
Hiç konuşturmadılar…
Zehirli oklar gibi sözlerle, mızraklarla saldırdılar.
Bedeninde değil ama yüreğinde derin yaralar açtılar.
Ve o yaralarla gitti Hocaefendi, Allah’ın huzuruna.
Önce alkışladılar, sonra linç ettiler.
“El elden üzdü, yar elden gitti.”
Lakin bilmediler ki yüce ruhlu insanların ölümleri hayatlarından daha çok hizmet eder.
İlk okulu bitirince rahmetli babam ağabeyimle beni Uşak İmam-Hatip Okulu’na yazdırdı.
“Oğlum bizler okuyamadık. Siz okuyun.” dedi. “Bu okulda hem bir meslek sahibi olursunuz hem de dininizi öğrenir, vatana millete faydalı olursunuz.”
Okulumuzdaki öğrencilerin çoğu benim gibi yırtık pırtık elbiseler içindeki fakir köylü çocuklarıydı.
Elleri nasırlı, yüzü güneş kavruğu babalarımızın hayaliydi bizim kuşak.
Millete hizmet etmenin bedelini ağır ödedik, ödüyoruz.
Okul masraflarını karşılamak için yazları tuğla ocağına toprak taşıyorduk.
Çok yoruluyorduk.
Tuğla ocağının yanındaki İzmir-Ankara asfaltından şimşek gibi geçen otobüslerin, kamyonların gecenin siyah perdesinde, yol kıyılarındaki ağaçlarda, zift kokulu asfaltlarda yankılanan sesleri arasında uyuyup kalıyorduk. Yine aynı sesler, bizi yorgun sabahlara uyandırıyordu.
Kitapları çok seviyorduk.
O günlerde okuduğum bir kitabı, o gün bugün hiç ama hiç unutamadım.
“Önce Alkışladılar Sonra Öldürdüler”