“Ehl-i Beyt” vazifesini görüyorlar, Allah’ın izni-inayetiyle. Dolayısıyla da -antrparantez arz edeyim- o Ehl-i Beyt’i, Hazreti Ali’yi, Hazreti Hasan’ı, Hazreti Hüseyin’i başlarında -bir yönüyle- birer kumandan gibi gördüklerini hatırdan çıkarmamalılar.
Diğer taraftan, onlar da çektiler. Birisi zehirlenerek şehit edildi. Öbürü de Kerbelâ’da, Revan nehri kenarında şehit edildi, çevresindeki otuz-kırk tane insanla beraber. Otuz-kırk tane insan ile beraber bir insan, bir yerde bulunuyorsa, bence onu tehlikeli görmek, tehlikenin ne demek olduğunu bilmeyecek kadar -bağışlayın- ahmaklığın ifadesidir. O ahmaklığı, o çağın Yezîd’i yapmıştı. “Yezîd”, fiil-i muzârî kelimesi, “zâde-yezîdu”dan geliyor. Daha da ziyadeleşerek çağımızda, çağın Yezîdleri yaşıyor. Evet, arta, arta, arta, arta, arta, arta müzâaf Yezîdler, mük’ab Yezîdler… Daha başkalarını saymama lüzum var mı? Yok!.. Biri, diğerini çağrıştırdığına göre, bence israf-ı kelâm olur; diğerlerini siz tahmin edin. Böyle uykuya dalmış kafanızdaki nöronlar harekete geçer, uyanırlar; “Galiba şu da o kategoride mütalaa edilebilir, şu da o kategoride mütalaa edilebilir, şu da o kategoride mütalaa edilebilir.” derler.
Yine antrparantez bir şey diyeyim: Bence bunları söyleyerek, düşünerek hayal dünyanızı kirletmeyin!.. O hayal dünyanızın, yapmanız gerekli olan şeyler için pâk, temiz, Türkçemizde kullanılan tabir ile “pirüpak” kalmasına dikkat edin. Nöronları ne kadar temiz kalmışsa, insan, o ölçüde isabetli düşünür, isabetli karar verir. Günümüzün insanının, isabetli düşünmeye, isabetli karar vermeye çok ihtiyacı var: Bu kadar sıkışıklık içinde, nasıl isabetli karar vermeliyiz ki, Allah’ın izni-inayetiyle, meseleyi durdurmaya, önünü kesmeye çalışan insanlara karşılık, biz, durmadan -Allah’ın izni ile- yolumuzda yürüyüp gidelim, hedefimize doğru; hiçbir şeye takılmadan, Allah’ın izni-inayetiyle…
Çünkü bu yol, Ehl-i Beyt yolu… Ehl-i Beyt olsaydı bugün, onlar bin sene yaşasalardı, iki bin sene yaşasalardı, sizin yaptığınızı yapacaklardı. Ne yapacaklardı?!. Nâm-ı celîl-i İlâhî’nin dört bir yanda şehbal açıp bayrak gibi dalgalanmasını temine çalışacaklardı. Şöyle-böyle, Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) tevârüs ettikleri -gelenek mi, an’aneler mi, ef’âl-i Nebeviye mi, takrîrât-ı Nebeviye mi, her ne ise şayet- bütün o güzellikler mecmuasını birer gerdanlık gibi ulaştıkları her yerde insanların boyunlarına takacaklardı. “Alın bir tane de siz boynunuza takın! Alın, bir tane de siz boynunuza takın!” diyeceklerdi. Bazılarını hakikaten yürekleri hoplayarak 'la ilahe illallah ' deme duygusuna sevk edecek.. bazılarını yumuşak bakmaya sevk edecek.. bazılarını da “Yahu bunlar, iyi insanlar, diyaloğa da açık insanlar.” filan duygusuna sevk edeceklerdi. Dolayısıyla dünyada hep Muhammedî bir hava (sallallâhu aleyhi ve sellem) esip duracak.. meltemler eserken, her yerde Muhammedî bir koku (sallallâhu aleyhi ve sellem) duyulacak.. ve âdetâ bir ıtriyat çarşısı gibi, herkes güzel bir gül kokusu duyacaktı.