Harun Tokak / samanyoluhaber.com
Özlemek Güzeldir
Geçtiğimiz günlerde ilk hacı kafilelerinden biri daha güller diyarı Isparta’dan yola çıktı. Gurbet diyarlarından izledim o coşkulu sahneleri.
Anladım…
Sevgili’nin köyüne yine göç var.
Anılarım tazelendi…
2015’in sonbaharı…
Işığın kent haline dönüştüğü Medine’deyiz…
Akşamın alacasında doğu çarşılarına has eşyaların sergilendiği geniş bir caddeden Mescid-i Nebevi’ye doğru yürüyoruz…
Süt buğusu aydınlığı delercesine göklere uzanmış ışıl ışıl minareleriyle, aydınlık avluda palmiyeleri andıran dev şemsiyeleriyle ulu mabed bir ışık ve bir ses medeniyeti…
Dünyanın dört bir yanından gelmiş insanlar sağımızdan solumuzdan süratle geçiyorlar. Malezyalı, Endonezyalı, Hintli, Kırgızistanlı, Nijeryalı, Mısırlı ve Afrikalı Müslümanlar Yüce Peygamberin kendi elleri ile inşa ettiği ulu mabede doğru koşuyor. Renkleri, giyimleri, ülkeleri farklı olan bu insanların ortak bir yanı var; kadını, erkeği, yaşlısı, genci herkes O’na (sav) koşuyor.
Sevgili işte orada…
O’na doğru yürüyoruz. “Biz geldik” demek için, yılların yüreklerimizde açtığı yaraları sarmak için…
Etrafımızda dönüp dolaşan görünmez güçlerin varlığı hissediliyor. Kulağın algılamayacağı kadar ince, naif ve gizemli sesler havada çığlıklaşıyor.
Sevgiliye yaklaşıyoruz...
Orada yüzünü hiç görmeden, sevip bağlandığımız birisi var, orada her hatırladığımızda gönlümüze dolan bir hasret var, kanımızla birlikte akan, sesini hiç işitmediğimiz halde özlediğimiz birisi var.
İşte, kendi güneşi ile aydınlanan Yeşil Kubbe’nin önündeyiz…
Bağrımız, bir güvercin göğsü gibi…
Kalpler saadetten titriyor.
Dünyanın dört bir yanından koşup gelenler, ağlayanlar, hıçkıranlar, dizlerinin dermanı kesilip çöküverenler, “ben geldim Ya Resulallah!” diye haykıranlar…
Kutlu Nebi’nin iki sadık dostuyla birlikte bulunduğu Kubbe-i Hadra’nın kapısı Cennet Bahçesi’ne açılıyor.
Burası Peygamberimiz’in (sav), ”Evimle minberimin arası cennet bahçelerinden bir bahçedir. Minberim de cennet bahçelerinin üzerindedir.“ dediği yer.
Her biri bir hatıra meşalesi olan minberi, mihrabı, sütunları, kapıları, halıları ile yeryüzünde hiçbir yer burası kadar “Cennet bahçesi” olarak anılmayı hak etmiyor.
Burası, dünyanın en mahrem aşk meclisi.
Bu yeryüzü cennetinde Resulullah’ın ayak izleri takip ediliyor, O’nun nefesi hissediliyor.
Burası, Mescid-i Nebevi’nin en güzel, en aydınlık, en ferah, en büyüleyici yeri. Burada bulunan bir kimse “vallahi ben cennete girdim” dese yalan olmaz.
Mescid-i Nebevi’nin diğer yerleri kırmızının en tatlı tonlarını sergileyen halılarla döşeli olmasına rağmen, burası, cennetten bir bahçe oluşunu haykırırcasına yeşilin en tatlı motifleri ile ilmek ilmek dokunmuş halılarla kaplı.
Cennet bahçesindeki sütunların her biri, rüyalara sığmayan geçmişin o güzel günlerinden derin izler taşıyor.
O sütunlardan birinin üzerinde ”Muhacirler Sütunu” yazıyor.
Ne kadar ibret verici değil mi?
Yurtlarını, yuvalarını Allah için terk etmiş olan insanlar, Mekke günlerini anmak için bir direğin dibinde buluşuyorlar ve gurbette sıla hasretini gideriyorlar.
Yarım kalan Mekke rüyasını nasıl tamamlayacaklarını konuşuyorlar.
Muhacirler, Medine’ye geldiğinde, Ensar onlara niçin geldiklerini ve burada ne kadar kalacaklarını sormamıştı. Onlara bir sığıntı, mülteci muamelesi de yapmamıştı.
Onlar için çadır kentler, insanlık vicdanını yaralayacak sığınma kampları da kurmamışlardı. Sanki yıllardır hasretle bekledikleri, yollarını gözledikleri kardeşleri gibi bağırlarına basmışlardı.
Ama olsun! Yine de insanın doğup büyüdüğü topraklardan ayrı kalması zordu.
Muhacirlerin üzerine muttasıl gurbet yağıyordu.
Bazı akşamları bir evde toplanıyor ve memleket türküleri söylüyorlardı.
Sonbaharda güneşli günleri gri ve hüzünlü olanları izlemesi gibi Medine’de sevinçlerin ve acıların birbirini izlediği günler başlamıştı.
Mekkeliler kervan yollarını kesmiş, eldekiler azaldıkça açlıktan başka paylaşılacak bir şey de kalmamıştı.
Hastalıklar da artmıştı.
Medine'nin Buthan vadisinden, acı ve pis bir su akıyordu. Medine’nin havası da muhacirlere yaramamış, ateşli hastalıklar başlamıştı. Kadınlar kuyulardan soğuk sular taşıyor ateşler içinde kıvranan yakınlarının ateşleriyle savaşmaya çalışıyorlardı.
Evlerde ölümün gölgeleri dolaşıyordu.
Sonsuz Peygamberin arkasında saf bağlayan muhacirlerin çoğu namazlarını oturarak kılıyordu.
Bilal’in dudaklarından dökülenler yürek yakıcıydı…
'Bilmem ki, acaba bir gece daha Mekke'nin Fahh vadisinde çevremi ızhır ve kokulu celil otları sarmış olduğu halde geceler miyim? Acaba bir gün olup da Mecenne sularının başına bir daha varır mıyım? Acaba Mekke'nin Şâme ve Tefîl dağları, bana bir daha görünür mü? Allah'ım! Bizi yurdumuzdan çıkarıp veba yurduna gelmeye mecbur edenlere lanet et!”
Güllerin Efendisi (sav) duydu bunları, Muhacirlerin perişan hallerini gördü.
Muhacir Müslümanların Medine gurbetinde iyice duygusallaşan yüreklerinden kopan memleket türküleri Peygamberimizin bereketli ellerinin yurt sevgisi için kalkmasına vesile oldu…
“Allah’ım Mekke’yi sevdirdiğin gibi Medine’yi de sevdir. Hatta ondan daha çok sevdir. Ürünlerimize bereket ver. Yâ Rabbi, Medine’nin havasını güzelleştir…”
Onların hasret türküleri, kıyamete kadar konuşulacak bir kardeşliği inşa etmeye vesile oldu.
Muhacirlerin hiç birisi Mekke’ye geri dönmedi. Hâlbuki orada anne-babaları, kardeşleri, eşleri, çocukları vardı…
Medine gurbetini vatan kıldılar. Yürek yangınları ile Yesrib’i ışığın kente dönüştüğü bir şehir haline getirdiler.
Yüreklerden kopan bu sıla özlemi, gün be gün bütün engelleri, sarp yokuşları birbir aşarak bir gün zafer rüzgârlarının Mekke’ye doğru esmesine vesile oldu.
On yıl önce, gizli gizli yurtlarından yuvalarından ayrılan yüz kadar mazlum Müslüman, on yıl sonra yüz binler olarak geri döndüler…
Geçtiğimiz günlerde ilk hacı kafilelerinden biri daha gülleri diyarı Isparta’dan Sevgili’nin köyüne doğru yola çıktı. Gurbet diyarlarından izledim o coşkulu sahneleri. Anılarım tazelendi.
Yüreğimiz her daim taze kanasa da özlemek güzeldir.