Malumunuz pazar günü gezi olaylarının yıldönümü idi. İki sene önce yaşanan olaylar yeşil alanı beton işgaline karşı savunmak isteyen bir grup gencin başlattığı masumane bir protestoyken, bir anda maniple edilmiş can da dâhil olmak üzere pek çok kayba mal olmuştu. Anlaşılmak istenmeyen ve çapulcu olarak nitelendirilen gençlerin yaptıkları protestoyu çığırından çıkartmak istenircesine atılan sorumsuzca adımlar Türkiye’nin hak etmediği hadiselerin yaşanmasına sebep olmuştu.
Dün Gezi Parkı gene hareketliydi. Taksim civarında alınan güvenlik önlemleri sıkıyönetim dönemlerini aratmıyordu. Metro seferleri iptal edilmiş, yollar kapatılmıştı. Yayaların bölgeye giriş çıkışına bile izin verilmiyordu. Alınan bu tedbirler aradan geçen iki senenin sonunda sorumsuzca adım atan zihniyette herhangi bir değişiklik meydana gelmediğinin göstergesiydi.
Bu hastalıklı zihniyetin tavan yaptığı ana maalesef ben de bütün Türkiye gibi haber kanallarına düşen görüntüleri seyrederken şahit oldum. Sivil vatandaşları parktan çıkarmaya çalışan polis amiri basın mensupları arasında bulunan birisini parmağıyla arkadaşlarına gösteriyor ve gözaltına alınsın emrini veriyordu. Kurmay zekâsına(!) sahip olan amir, gazeteciler arasına karışmış olan bu provokatörü cep telefonuyla fotoğraf çektiğini görünce tanımıştı. Hemen ilgili ekipler Zaman gazetesi muhabiri Emre Şencan’ı karga tulumba yere yatırarak gözaltı işlemlerini başlattılar. Ama ortada garip bir durum vardı. Bu kendini bilmez provokatör basın mensubu olduğunu söylüyordu.
Bir polis gazetecilerin cep telefonu ile de fotoğraf çekebileceğini hesap edememiş olabilir. Muhabir kimliğini gördükten sonra kusura bakmayın dersin, eminim muhabir arkadaş da: ‘’Estağfurullah siz de çok çalışıyorsunuz, biraz streslisiniz olur böyle karışıklıklar.’’ der ve mesele kapanır, biterdi. Ama olmadı çünkü karşımızda diğerlerine hiç benzemeyen bir emniyet amiri vardı. Parlak zekâsına binaen bu zor gün(!) için seçilmiş olduğu her halinden belli oluyordu.
Sahip olduğu potansiyel Sherlock Holmes’a taş çıkartacak seviyelerde olan amir muhabire hangi gazeteden olduğunu sormayı akıl etti. Verilen cevap aslında ortaya koyduğu fecaate haklılık payı kazandırabilecek bir cevaptı. Muhabir Zaman Gazetesi’ndendi. Şimdi bu muhabire Zaman muhabiri muamelesi çekmek gerekiyordu. Nasılsa elinde gücü olan herkes ülkede bu camiaya ayrı bir muamele çekmiyor muydu? Önce hayâlarına ve bel altına tekmeler atıldı. Sonra sert bir tokat. Bütün bu zulüm icra edilirken sanki bütün bu yaşananlar muhabirin suçuymuş gibi “Bir yerden emir alarak mı geldiniz? Olay mı çıkarmak istiyorsunuz?” gibi kıvrak sorular sormaktaydı.
Görevini yapmak için orada bulunan muhabirin talihsizliği emniyet teşkilatının en amansız amirine yakalanmasıydı. Zira bu zehir amirin gözünden çantanın içerisindeki gaz maskesi de kaçmamış, bulduğu bu delili orada bulunan basın mensuplarına sallayarak muhabirin buraya olay çıkartmaya geldiğini söylemişti.
Ama sevgili amirim altın vuruşu muhabirin kendisine saldıran polisin ismini sormaya cüret etmesiyle gösterdi. Muhabir haklıydı kendisini korumakla mükellef olan devlet memurlarından darp görüyordu ve hakkını aramak istiyordu. Sorulan soru ne kadar mantıklıysa verilen cevap bir o kadar absürttü. Amir “Amerika’ya mı söyleyeceksin? Fethullah Gülen’e mi söylettireceksin?” diyordu. Bu sözün manası şuydu: Seni Türkiye’de herkes eziyor, ben dövmüşüm çok mu? Hatta bu sürece devletin en başındaki insan cadı avı nitelemesi yaparak bir start vermedi mi? Sen hakkını bu ülkede arayamazsın. Bana da hiç bir şey yapmazlar, demekti.
Şimdiye kadar hep farklı düşündüğüm sevgili amirimle bu hususta ben de aynı kanaatteyim. Bu ülkede camia mensuplarının canı da, malı da devlete helal.
Vur amirim, söv amirim, devir senin…!