AK Parti, şimdilerde dört bir tarafta, halklarla değilse bile bazı
iktidarlarla sert mücadele içinde. Nehir kenarında bekleşenleri bile, zoraki de olsa, büyük devlet olma iddiasındaki bu ‘
politikaları'
desteklemeye iten sebeplerden biri şüphesiz
12 Haziran seçimlerinde alınan yüzde 50'lik halkoyu.
Her seçimde oylarını artıran AK Parti'nin girdiği üçüncü seçimden de halkın yarısını ikna ederek çıkmasının altında pek çok sebep yatıyor. Onlardan biri, seçim öncesi
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın da stratejilerinden birini üzerine kurguladığı
Milliyetçi Hareket Partisi'nin tabanına yönelmesiydi. Belki bu
hedefin içinde
MHP'yi
seçim barajı olan yüzde 10'un altına itme politikası da güdülmüştü. Erdoğan'ın bu politikasının boşuna
kürek çekme ve bazılarının iddia ettiği gibi ‘kasetler' üzerinden yürütülen basitlikte olmadığı şimdi daha iyi anlaşılıyor. Zira, 12
Eylül 2010'daki
referandumun ardından,
ülkücü camiadan AK Parti'ye hazırlanan bir çalışmadan bahsediliyor.
Çalışmanın amacı, referandumla AK Parti'ye yakınlaşan ülkücü oyları iktidar partisinde kalıcı kılmak. Bu maksatla, aynı sosyal dokudan geldiklerine inanan, sosyal hayatlarını aynı mekânlar ve etkinlikler üzerinden sürdüren ülkücü taban ile AK Parti tabanının fikrî ve biyolojik akrabalıklarına vurgu yapılması öneriliyor.
Bunun için de Ülkücü/MHP'li ayrımının sınırlarına işaret edilmiş öncelikle. Çünkü MHP'li olmakla ülkücü olmak aynı şeyleri ifade etmemektedir hedef kitle için. Ayrıca mevcut ülkücülerin MHP idaresi ile bağlarının sıkı olmadığı, gittikçe zayıfladığı, MHP yönetiminin ülkücüleri ‘zavallı' gibi ithamlarla dışlamasının da avantaj olduğu anlatılıyor. Hatta kendi içinde muhafazakâr-milliyetçi ve ulusalcı olarak ayrılan ülkücülerin arasındaki siyasi ve ideolojik makasın MHP yönetiminin ulusalcı ülkücülerin arzusu yönünde yol almasıyla açıldığı vurgusu yapılıyor. Bu durumun AK Parti için avantaj oluşturabileceğine dikkat çekiliyor.
Çalışmada ayrıca ülkücü hareketin içindeki ideolojik ayrışmanın sadece MHP'nin bugünkü yönetimi ile ortaya çıkmadığı da hatırlatılıyor. Ayrışmanın geçmişe dayandığı ve Türk
İslam ülkücüleri, Anadolucular, Türk milliyetçileri, Atsızcılar ve Türkçüler şeklinde MHP'nin kuruluşundan bu yana var olduğu dile getiriliyor. Yani ülkücü camianın homojen bir bütünü temsil eden bir ideoloji olmadığı ileri sürülüyor. Bunun yanında ülkücülerin duygu bütünlüğünden bahsetmenin mümkün olabileceği, bunun da araştırmaya muhtaç olduğu vurgulanıyor. Bu iddiaya dayanak olarak ise birbiriyle çelişen hatta
çatışan fikrî ve siyasi duruşların nasıl olup da ülkücü hareketin içerisinde bir arada bulunduğunun izaha muhtaç olması gösteriliyor.
Dikkat çeken başka bir husus ise son seçimlerin de ortaya koyduğu gibi
Büyük Birlik Partisi (BBP) ve
Saadet Partisi (SP) tabanı ile AK Parti ve MHP'nin muhafazakâr tabanı arasında müşterek hedefler bakımından fark olmadığı düşüncesi. Peki, bu parti tabanlarının farkı nereden kaynaklanıyor? Söylem, ifade biçimi ve vurgulardaki derece farkı bu tabanlar arasındaki farkları oluşturuyor. Bütün bunlara rağmen, son seçimlerde AK Parti çatısı altında toplanan farklı sağ
seçmenin temel özellikleri ise
Müslüman, muhafazakâr ve Osmanlı'daki gibi uygulamasıyla devletçi olmakla beraber, her türlü bürokratik vesayete ve jakoben Kemalist dayatmalarına karşı olmak şeklinde ifade ediliyor. Bu kesimin, Müslüman bir tavır sergilerken, kalbi ve irfanı ile her zaman yolunu çizdiği hatırlatılıyor.
Dolayısıyla
12 Eylül 2010 Referandumu'nda ‘
evet' demek ulusalcı cenah hariç ülkücü seçmen için zor olmadı. Türkiye'nin vesayetçi rejimin etkilerinden kurtulması için böyle bir desteğin verildiği savunması rahatlıkla yapılabiliyordu bu çevrelerde. MHP yönetiminin de ‘evet' diyenleri vatan hainliği ile suçlamasının ülkücü seçmenin AK Parti'ye geçiş yapabileceği ‘
psikolojik eşiği' aşmalarına katkı sağladığı muhakkak. Ülkücü seçmen bu şekilde idealleri doğrultusunda, ülkücülüğün gereği olarak,
davasını bugünkü MHP'de kalmadan da yürütebileceğini düşündü.
Referandumla bir kere aşılan psikolojik eşiğin sonraki süreçlerde aşılması ise AK Parti yönetiminin uygulamalarına bağlıydı. Onun için AK Parti, bu eşiği aşanlar bakımından geri dönülmesi imkânsız olacak şekilde, aşamayanlar bakımından da olabildiğince zayıflatılması yönünde adımlar atmalıydı. Ama bir genel seçim sürecinde ülkücüler için açıktan açığa AK Parti'ye destek olmak daha zor olacaktı. Onun için AK Parti tarafından bu hususta yapılacaklar önem kazanıyordu. O noktada, başlatılan demokratik sürecin devamı,
Ergenekon davasının sekteye uğratılmaması,
CHP ve ulusalcı çevrelerin de mağlubiyeti gibi tezlerle bu tabana hitap edilmesi öneriliyordu. AK Parti'nin psikolojik eşiği aşmış kitle ile irtibatının artık daha kolay olacağı da hatırlatılıyordu. Zaten 12
Haziran seçim sürecinde Başbakan Erdoğan'ın bazı mitinglerindeki üslup ve vurgularına bakıldığında da böyle bir çalışmadan faydalandığı izlenimi ed
inmek mümkün.
AK Parti'nin bundan sonraki süreçlerde başka parti tabanlarına yönelik de benzer çalışmalar yapması ve yaptırması muhtemel. Zira, gerek 22 Temmuz 2007 ve 12 Haziran
2011 seçimleri ve gerekse
12 Eylül Referandumu sonuçları, sağ seçmenin ‘ideolojik' bir tutuculuk içinde olmadığını, seçimlerin
ülke için önemini bilerek hareket ettiğini ispatlayan sonuçlar çıkardı ortaya. Tabii söz konusu desteğin açık çek şeklinde ve ilanihaye olmadığı vurgusu da yapılıyor çalışmada. Kalıcılığın sağlanması için ise ülkücü seçmenin bir dava uğruna kendilerine destek verdiklerinin işlenmesi öneriliyor. Ayrıca referandum sürecinde sıkça vurgulanan eski ülkücü-ülkücü ayrımının MHP'li-ülkücü şeklinde ele alınmasının da iktidar partisine yeni seçmen kitlesi kazandırabileceğine işaret ediliyor. Bunun için de bir çatı kavram olarak benimsenecek ülkücülüğün referans olarak gördüğü isimlere, mesela bir Osman
Yüksel Serdengeçti, bir
Erol Güngör, bir Seyyid
Ahmed Arvasi'ye vurgu yapılması öneriliyor.
Ayrıca, MHP'nin gerçek ülkücülerin temsilcisi olmaktan uzaklaştığı, ulusalcı kimlikli kişilerin etkinliğini artırdığı bir parti olduğu iddiasının dile getirilmesinin de kitle üzerinde etkili olacağına işaret ediliyor. AK Parti yönetimine bir de hatırlatma yapılıyor. SP,
ANAP ve DP gibi merkez sağ seçmenlerine AK Parti içinde politika yapabilme imkânı tanınmasına rağmen bu imkânın ülkücülere çok fazla sağlanmadığı dile getiriliyor. Bu iddia ilk anda şaşırtıcı gelebilir. Ancak AK Parti kadroları içinde yer alanların daha çok eski ülkücü kimliklerinden ziyade eskiden ülkücü kimlikleri ile var olduğu düşünülüyor. Milli Görüş'ten gelenlerin parti içerisinde karar alma ve uygulamada her zaman avantajlı olduklarının altı çizilirken, ülkücülere de taşra teşkilatları ve yerel teşkilatlarda MHP'li değil de ülkücü kalınarak AK Parti'de politika yapma imkânı sağlanmasının artılarına işaret ediliyor.
Ülkücü tabana hitap edecek bir AK Parti'nin özellikle miting gibi faaliyetlerde sık sık ülkücü şahsiyetleri zikretmesi gerektiği, ülkücü kanaat önderlerinin dolaylı olarak gündeme dair konuşturulması da önerilen fikirlerden. Ayrıca, MHP ile organik ilişkilerinin zayıf olduğu iddia edilen ülkücü kanaat önderlerinin onore edilmesinin gerekliliği ve ülkücü kanaat önderlerinin AK Parti yöneticileri ile zayıf olan gönül bağlarının da asgari mümin-Müslüman ahlakı çerçevesinde güçlendirilmesi üzerinde duruluyor.
Seçim sürecinde hatırlanacağı gibi Erdoğan, yaşı
küçük olmasına rağmen idam edilen ülkücü Mustafa Pehlivanoğlu'nun mektubunu gündeme getirmiş ve mektubun etkisiyle gözyaşlarını tutamamıştı. Bunun gibi, ülkücülerin 12 Eylül başta olmak üzere bu süreçlerde yaşadıklarının anlaşılması da ülkücü kitle için önemsenen eşiklerden biri olarak düşünülüyor.
MHP'nin dezavantajlarının avantaja çevrilerek kullanılması da iyi bir halkla ilişkiler çalışması olarak öngörülüyor. Mesela, Orta Anadolu'da zayıflamış, Doğu ve Güney
doğu'da bulunmayan, sadece Ege ve
Akdeniz'de birkaç ilde var olabilmiş partinin vatan bölünüyor söylemini kullanmasının ülkücü kitlenin üzerinde de inandırıcı etki yapmadığına dikkat çekilmesi.
Öne çıkan gözlemlerden biri de Akdeniz ve İstanbul'da yapılanan
PKK destekli lokal
Kürt mafyalaşmasının önünün alınması ve
tasfiye edilmesi uyarısı. Bunun ülkücü kitleye yansıması ise zıddıyla var olan ülkücü mafya ve MHP yapılanmasının da bu süreçten sonra kendiliğinden çözülecek olması düşüncesi.
Her şeye rağmen, AK Parti içindeki milliyetçi yapının korunmasının partinin kalıcılığını artıracağı vurgusu yapılırken, gerek yerel gerek ulusal düzeyde AK Parti'nin siyasi gücünü kullanarak menfaat ve
rant peşinde koşan lümpen kişiliklerin de partiyi zarara uğratabileceği dile getiriliyor. En önemli vurgulardan biri şüphesiz, AK Parti Gençlik Teşkilatı'nın Milli Gençlik ve Ülkü Ocakları'nı da kuşatacak bir biçimde yeniden düzenlenmesi gerektiği.
On yıllık iktidar mücadelesi sürecinde gördük ki AK Parti, tepeden inme politikacıları başa getirerek veya vitrin yenileyerek
siyaset yapmıyor. Gerekirse,
rakip sayılabilecek mevzilerden bile tüyolar alıyor. Bunun sonuçları ise ortada.
CEMAL A. KALYONCU