Anayasa Mahkemesi'nin,
AK Parti'nin laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline geldiği görüşüyle onu
Hazine yardımından kısmen yoksun bırakma kararı, partinin bundan sonra izleyeceği yol hakkında iki karşıt yoruma yol açtı.
Parti kapatılsaydı, muhtemelen çok daha memnun olacak olan birinci gruptakilere göre,
Anayasa Mahkemesi'nin kararı her an kırmızıya dönüşebilecek olan bir "sarı
kart"tır. Dolayısıyla AK Parti, ayağını denk almalı, laik devletle kavgasından vazgeçmeli, kendisinden korku duyan kesimlerin endişelerini yatıştıracak
politika ve
personel değişikliklerini gerçekleştirmeli, asla sistemin kırmızı çizgilerini aşmaya çalışmamalıdır. Bu kırmızı çizgilerin neler olduğu, Anayasa Mahkemesi'nin gerekçeli kararı yayınlandığında daha iyi anlaşılacaktır. Bu mesajın daha açık bir dile tercümesi, laikçi ve ulusalcı cephenin, ancak eli kolu bağlanmış, hareket serbestisi son derece sınırlandırılmış, kendi özgün kimliğini terk etmiş ve sıradan bir merkez-sağ parti haline dönüşmüş bir AK Parti'ye tahammül edebileceğidir. Oysa demokratik değerleri benimsemiş ve demokratik kurallar içinde hareket eden bir partiden, kimliğini terk etmesini istemek, gerçekçi olmadığı gibi, ahlaki de değildir. Çoğulcu bir
toplumda değişik kesimlerin değişik dinî, mezhepsel, etnik, sosyal vb. hassasiyetlerinin olması tabiidir. Plüralist (çoğulcu) demokrasinin özü, bu değişik hassasiyetleri temsil eden partilerin, demokratik kurallar içerisinde
halk desteği için serbestçe mücadele edebilmeleridir.
Daha çok liberal yazarlarca dile getirilen ikinci
yol haritası ise, "boğayı boynuzlarından yakalamak" deyimiyle özetlenebilir. Buna göre AK Parti, sistemin baskısına karşı teslimiyet gösterecek yerde, çok daha cesur ve radikal bir
demokratikleşme programı ile ortaya çıkmalı; sadece
dindar Müslümanların değil, sıkıntıları olan bütün diğer toplum kesimlerinin (
Kürtler, Aleviler, gayrimüslim
azınlıklar, yoksullar vb.) demokratik taleplerinin sözcülüğünü üstlenmelidir. Bu stratejinin vazgeçilmez unsurları arasında, AB reformlarına hız verilmesi ve rafa kaldırılmış gibi görünen
sivil ve demokratik anayasa projesinin canlandırılması da vardır. Önerilen bu strateji, birincisiyle kıyaslanamayacak kadar demokratik ve hürriyetçi olmakla beraber, önündeki ciddi engelleri göz ardı etmek mümkün değildir. İçinde bulunduğumuz kırılgan denge ortamında sivil anayasa projesini yeniden gündeme getirmek, ortamı yatıştırmak şöyle dursun, gerilimi büsbütün arttırabilir. Geçen yaz hazırlanan ön-taslağın bazı çevrelerce ne kadar şiddetli ve haksız saldırılara uğradığı hatırlardadır. Şu anki konjonktürde yeni bir anayasa üzerinde partiler-arası geniş çaplı bir uzlaşma sağlamak mümkün görünmemektedir. Mesela kültürel hakların genişletilmesi ve vatandaşlık tanımının anayasal vatandaşlık kavramı doğrultusunda değiştirilmesi, bazı kesimlerce üniter devletin yıkılması olarak takdim edilecektir. Üniversitelerde
kıyafet serbestisinin sağlanması, bazılarınca laik devletin sonu gibi görülecektir. Anayasa Mahkemesi'ne ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'na Meclisçe bazı üyelerin seçilmesi önerisi, AK Parti'nin "Cumhuriyetin son kaleleri"ni fethetme teşebbüsü olarak algılanacaktır. Bu örnekler çoğaltılabilir. Kısacası, kuşkuların bu kadar derin, empati duygusunun bu kadar zayıf olduğu bir ortamda, geniş çaplı bir anayasal uzlaşmanın sağlanabileceği çok şüphelidir.
Daha mütevazı kısmi
anayasa değişikliklerinin önünde ise, Anayasa Mahkemesi'nin
türban kararının yarattığı engel durmaktadır. Bu kararla Anayasa Mahkemesi, anayasal yetkilerini açıkça aşarak, kendisini anayasa değişiklikleri konusunda son sözü söylemeye yetkili nihai
hakem olarak ilan etmiştir. Hiçbir normal demokraside kabul edilemeyecek olan bu durum, bundan böyle Anayasa Mahkemesi'nin onaylamayacağı bir anayasa değişikliğinin gerçekleşemeyeceği anlamına gelmektedir. Dolayısıyla, mesela
siyasi partilerin kapatılmasını zorlaştıracak kısmi bir anayasa değişikliğinin bile, Anayasa Mahkemesi engeline takılması ihtimali mevcuttur. Nitekim geçmişte de Anayasa Mahkemesi, Siyasi Partiler Kanunu'nda partilerin kapatılmasını güçleştirici yönde yapılan değişiklikleri iptal etmiştir.
Yeni anayasa veya kısmi bir anayasa değişikliği paketi önündeki başka bir siyasi engel de, TBMM'de temsil edilen iki büyük muhalefet partisinin (
CHP ve MHP) kamuoyuna açıklanmış somut anayasa projelerinin bulunmamasıdır. CHP sözcülerinin, vaktiyle 1982 Anayasası'na karşı oldukları, ancak bu Anayasa'nın yarısının zaten değiştirilmiş olduğu yolundaki beyanları, bu partinin ciddi bir anayasa
reformu ihtiyacı hissetmediğinin bir ifadesidir. Bildiğimiz kadarıyla CHP'nin anayasa değişikliği konusundaki tek somut ve ısrarlı talebi, milletvekili dokunulmazlığının kaldırılmasıdır. Bunun da, demokratik reform öncelikleri listesinde ön sıralarda yer alan bir konu olduğu söylenemez.
Avrupa demokrasilerinin büyük çoğunluğunda milletvekili dokunulmazlığı, şu veya bu ölçüde mevcuttur.
Bütün bu olumsuz şartlar, elbette yeni ve demokratik bir anayasa projesinin tümüyle rafa kaldırılmasına sebep olmamalıdır. Darbe mahsulü olan ve onun izlerini hâlâ büyük ölçüde taşıyan bir anayasa, 21. yüzyılın demokratikleşme zorundaki Türkiye'sinin ihtiyaçlarını artık karşılayamaz. Bizce AK Parti, anayasa projesini topluma ayrıntılı şekilde açıklamalı ve önümüzdeki genel seçimlerde
seçmenlerden bu konuda açık bir vekâlet istemelidir. Bu talebe, Türkiye'nin daha ileri bir demokrasiye layık olduğuna inanan bütün siyasi güçler de
destek vermelidir. Yeterli bir seçmen çoğunluğu bu projeyi benimsediği takdirde, hiçbir bürokratik gücün onu engelleyebileceğini sanmıyoruz.
PROF. DR. ERGUN ÖZBUDUN - BİLKENT ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ
ZAMAN