Anayasa Mahkemesi'nin
AK Parti hakkında
kapatma kararı vermemesi, toplumsal mutabakat ve uzlaşma umutlarını yeniden yeşertti.
Başta Sayın
Başbakan olmak üzere, bütün kurumlara, özellikle de medyaya büyük sorumluluk ve görev düşüyor. Fakat asıl önemli olan, bu uzlaşmanın samimi olarak talep edilmesi ve taraflardan birinin kendisinde bir üstünlük vehmetmemesidir.
Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni
Ertuğrul Özkök'ün geçenlerde yazdığı bir yazı, bu konudaki düşüncelerim için bana bir fırsat verdi. Sayın Özkök, "Lütfen bir kadeh Sayın Başbakan" başlıklı yazısında şöyle diyor: "Bir gün uçakla bir yere giderken Başbakan Erdoğan'a sormuştum. Neden eşinizi alıp Boğaz'da bir restorana gitmiyorsunuz? Bir masaya oturup elinize bir
bardak alın. Hadi vişne suyu koymayın, şarap sanırlar. Ayran içmeyin, rakı derler. Portakal suyu
koyun, kimse bir şey zannetmez. Yan masaya bir kadeh kaldırın, eminim bu ülkede çok şey değişir."
Büyük uzlaşma diyebileceğimiz bir mutabakatın, bir kadeh kaldırmaya indirgenmesini yadırgayan, şüphesiz çok olacaktır. Sayın Özkök, bundan önce de kendi penceresinden bakıp, empati yapmaya yanaşmadan bazı
tekliflerde bulunmuştu. Sadece kendi görüşlerini en doğru kabul ederek, başkalarının da ancak bu görüşlere gelmeleri halinde uzlaşma olabileceğini varsaymak, konunun baştan kapanması demektir. Hürriyet yayın yönetmeni, kadeh kaldırmayı ve bunun parlak yöntemlerini kendi dünyası adına çok önemseyebilir ve bunda samimi de olabilir. Ama bilmeli ki, bu teklif, uzlaşma değil, "
boyun eğdirme" teklifidir. "Kadeh kaldır uzlaşalım" diyene, bir başkası da çıkar; "sizi sabah namazında cemaatin arasında görmek isteriz" diyebilir. Öteki
Türkiye, uzlaşmak için kadehi bekliyorsa, daha çok bekler... Uzlaşmanın yolu, insanlara,
yaşam tarzlarını değiştirmeyi teklif etmek değildir. Uzlaşmanın yolu
diyalogdan geçer. Diyalog da herkesin konumuna saygıyla başlar. İçki içene bu ülkeyi dar etmeye kalkmak ne kadar yanlış ise içmeyene de, başını örtene de, "Sizin bu ülkede yaşama hakkınız yok, Suudi Arabistan'a gidin. Çağdaş Türkiye'nin imajını bozuyorsunuz" demek de o kadar yanlıştır.
Bir defa neden uzlaşmamız gerektiğine doğru
cevap vermeliyiz. Laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletinde, yani
sivil iradenin, yani millet iradesinin hâkim olduğu bir ülkede yaşamak istemekte uzlaşmalıyız. Demokrasinin
tayin ettikleri dışında güç odakları olmayacak. Kimse,
seçim sonuçlarını beğenmeyince silahlı kuvvetleri
tahrik etmeyecek, askerden medet ummayacak. Herkes hukukun üstünlüğünü tanıyacak. Bazıları, "asıl biziz, sayıca az olsak da bu memleket bizden sorulur" demeyecek.
Millete, "göbeğini kaşıyan adam, bidon kafalılar" diye kimse
hakaret etmeyecek. Hakaret edenler, gözümüzün içine baka baka himaye görmeyecek, kollanmayacak... Uzlaşmanın birinci şartı demokrasidir, demokratik laikliktir. Ülkeyi, milletten
yetki almadan yönetmeye alışmış olanlar, bu alışkanlıklarından vazgeçmeden nasıl bir uzlaşma olacak? Uzlaşma;
mevzi kaybettiğini, güç kaybettiğini, "memleket elimizden gidiyor" paniğini yaşayanlara, zaman kazandırmanın adı değildir. Eski konumlarına yeniden dönme fırsatı sağlamanın zemini hiç değildir.
Türkiye'nin öteki yanına güvendiğimiz kadar beriki yanına da güveneceğiz. Birbirimize güveneceğiz.
Şu konuda Sayın Özkök'e katılıyorum. Sayın Cumhurbaşkanı ve Sayın Başbakan,
tatil yörelerine de gitmelidir. Oradaki vatandaşlarımızın da arasında, ama öyle
jest yapıyoruz gibisinden değil, rahmetli
Özal gibi, kendileri olarak, tabii olarak bulunmalıdırlar.
Bu ülkenin çıkışı, "büyük uzlaşma"dadır. Birbirimizin onurunu koruyarak, konumuna saygılı kalarak bunu başarabiliriz. Başarmak zorundayız. Birbirimize içten bir merhaba diyerek ilk adımı atabiliriz...
ZAMAN