Prof. Dr. Haluk Savaş, 1974'ten sonra 2006-2007'ye kadar Türkiye'nin hep demokratikleştiğini gördüğünü fakat şuan Türkiye'nin bir travma yaşadığını söyledi. Avrupa Birliği'ne aday bir ülke konumundayken, şimdi üçüncü dünya ülkeleri standartlarına geriledik diyen Savaş, "Geçen hafta 5 günlük senelik izindeydim. Çok önceden programlanmış bir tatildi. İptal etmemiz mümkün değildi. Her şey yolundaydı. Eşime 'Ne hissediyorsun?' diye sordum. 'Tuhafım!' dedi. Her şeyin iyi gitmesi gereken bir yerde yarı cenaze evindeymiş gibi hissediyorsunuz kendinizi. Kısa aralıklarla yaşadığınız şeyden haz alsanız bile bundan üzüntü duyuyorsunuz. Çünkü toplum tıpkı bir cenaze evi gibi şu günlerde." dedi.
Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde görevli Prof. Dr. Haluk Savaş, son dönemde Türkiye'de yaşananlarla ilgili Aksiyon dergisine önemli açıklamalarda bulundu. Aksiyon'dan Tuba Kabacaoğlu'na konuşan Savaş, şunları dile getirdi:
"
...
-Dışarıdan bakıldığında Türkiye nasıl gözüküyor?
Bir aile modeliyle anlatmam daha doğru olur. Güven veren bir baba yok evde. Çocuklarını dövüyor, onlara şefkat göstermiyor, güvenlikleriyle yeterince ilgilenmiyor, kişisel ihtiyaçlarını umursamıyor. Ailesiyle sevgi bağı kurmuyor. İlişkisini sürekli güç üzerinden yürütüyor. Oysa kendini zayıf hissediyor. Bunu hissettirmemek için de daha çok baskı yapıyor. O kadar zayıf ki; kendisine yapılmış küçük bir eleştiriyi isyan gibi görüyor. Hâlbuki evdekilerin ihtiyaçları var ve bunları ifade ediyorlar. Kimsenin babanın otoritesini sarsma, onu evin dışına atma gibi bir çabası yok. Kötü, huzursuz bir evde yaşıyoruz. Hepimiz mutsuz, umutsuzuz. Ama o da mutsuz. Böyle bir sistemde mutlu kimse olamaz.
-Aile fertleri dertlerini yeterince anlatabiliyor mu?
Beklentilerini, isteklerini tam olarak ifade edemiyorlar bence. Zaten evin içinde de bir bölünmüşlük var. Mesela evde bazı çocuklar babanın koluna giriyor, yaptığı zulümlere ortak oluyor. Evin bütünlüğünü muhafaza etmek yerine; babanın zaaflarını kullanarak onun yanındaymış gibi davranıyorlar. Mağdur ve masum kardeşlerin dayak yemelerine öncülük ediyorlar. Tüm devletlerde az çok otoriter yapı vardır ama bunu normal, medeni, insani boyuta çekmek hem vatandaşın hem de devletin görevidir. Ortada bir karmaşa var bizde.
-Durumumuzu bir travma hâline benzetebilir miyiz?
Evet. Travmaların kötü sonuçları vardır. Çoğul kişilik bozukluğu gibi. Kişinin içinde birden fazla kişilik tipi oluyor. Türkiye'nin hâli biraz buna benziyor. Çok fazla alterimiz (kişilik) var ve ara ara bunlardan biri devreye giriyor. Bazen iyi-şefkatli bir anne, bazen de bizim 'düşman alter' dediğimiz, kişiyi intihara sürükleyen, zulmeden biri gibi olabiliyor.
-Bu travma nasıl çözülür?
Çoğu zaman tedaviyi hipnoz altında yapıyoruz. Bu alterleri birleştirici bir işlemden geçirerek bütünlüyoruz. Mesela 8 yaşındayken çocuk taciz yaşıyor, 14'ünde ciddi şiddete maruz kalıyor, 22'sinde başka bir travma geçirmiş oluyor. Biz bunların hepsiyle tanışıyor, konuşuyoruz. Psikoterapi esnasında demokratça davranıyoruz onlara. En sonunda o kişilikleri onların da rızasını alarak birleştiriyoruz. Yani bu toplum da bir araya tekrar gelip toparlanacaksa; çok kötü mağdurlar, mağdur olanlar, az mağdurlar, mağdur edenler ve mağdur olmayanların eninde sonunda bir bütünleşme sürecine girmesi gerekiyor. Bu, toplumun yeniden onarılması için şart.
-Tedavinin ilk aşaması ne olmalı?
Tedavi, gerçek travmanın açığa çıkmasıyla başlar. 40 yaşında bir kadının yaşadıklarını anlatmasıyla mesela. Çoklu kişilik bozukluğunun altında genellikle 3 sebep vardır. Çocukken çok fazla ihmale uğramışlık, şiddet ya da cinsel taciz. Hasta bunları açıkça anlattığında yaşadıklarının farkına varır. Yani; ülkemizin tedavisi açısından da Türkiye'yi mağdur eden tacizcinin açığa çıkması, netleşmesi, onunla ilgili öykünün tam anlamıyla ortaya saçılması gerekiyor.
-Sosyal medya suçluyu ortaya çıkarma konusunda hayli gayretli. Toplum bu gerçeklerin neresinde duruyor?
Tacizcinin kim olduğunu biliyoruz ama söyleyemiyoruz gibi bir durum var. Herkes farkında. Aile içinde de böyle olur. Önce kız çocuğu annesine ima eder. Anne bunu fark eder ama yapabilecek bir şeyi yoktur. Bir gün mağdur, doktora ulaşır ve orada olay çözülür. Tacizci ya babadır ya amcaoğlu, komşu, bakkal amca ya da başka biri. Ama doktora nasıl ulaşılacak, belki de asıl soru budur.
-Doktor kim olabilir?
Doktorla ilgili tahminim yok. Ama iyileşmenin nasıl olacağını biliyorum. İyi sistemler demokratik usullerle çalışır. Seçimler çok önemli. Geçen seçimden bu yana hukuksuz uygulamalar devam etse de Türkiye nefes aldı. Muhalifler kısmi zafer kazandığını hissetti. Mağdur ilk defa hafifçe doğruldu. 1 Kasım'da da bunun devam edeceğini düşünüyorum. Çünkü hiçbir şiddet, baskı, ahlaksızlık ana sermayesi olmadan büyüyemez. Her büyük şiddet uygulayıcının kullandığı bir meşruiyet arka planı vardır. Kendine göre bir ideoloji zemini ya da topluma anlattığı bir öykü. Şimdi o gücün anlatacağı bir şey kalmadı. Seçimler psikoterapi seansları gibi düşünülebilir. Travma hastalarının yaşadıklarını ilk görüşmede anlatması kolay değildir. 7 Haziran'da vatandaşlar ilk adımı attı. Toplum 1 Kasım'daki seansta kendini kimin travma ettiğini daha net ifade edecektir.
-Siyasetle yakından ilgileniyorsunuz. CHP'nin süreçteki rolünü nasıl görüyorsunuz?
CHP kritik bir rol oynuyor aslında. Kendi içinde krizler yaşasa da şu anda aklıselimi temsil ediyor. Belki beklenen büyük hamleleri yapamadı ama sonuçta güvenilir bir organizasyon olarak kalabildi. Koalisyonun kurulması için de emek harcadı. Orada heyecanlı davranabilir, masayı devirebilirdi. Ama yapmadı. Bu biraz doktorun durumuna benziyor bence. Gelen hastayı dinledi. Aşağılayıcı, horlayıcı davranmadı. MHP, çoğul kişilik vakalarında sıklıkla karşılaştığımız tramvayla baş edemeyen, parçalanmış, dağılmış, mızıkçı bir çocuk gibi davrandı ve 'Hiçbir şeye katılmıyorum' dedi. Bu da psikolojik olarak anlaşılabilir bir durum. Ama erişkinler ve sağlıklı insanlar için bu tutum çok da mantıklı değil. Orada çözümün değil, sorunun parçası oldu. CHP, çözüm oluşturma yatkınlığını açıkça ortaya koydu.
-Halk CHP'nin bu yönünü gördü mü sizce?
CHP bu pozisyonunun ödülünü almış değil. Biraz daha kendini ifade etmesi, çözüme sağladığı katkıyı, Türkiye'deki sosyal ve politik buhranın ortadan kalkması için yaptıklarını anlatması gerekecek. Bunu ifade etmenin bir yolu; ürettiğiniz politikalar, kullandığınız iletişim dili, siyasal vaatleriniz, temsilciler bazında ortaya koyacağınız yeni vekil adaylarıdır...
-Psikiyatr olarak sizin ruh hâliniz nasıl?
1966 doğumluyum. 1974'ten sonra 2006-2007'ye kadar Türkiye'nin hep demokratikleştiğini gördük. Hatta Avrupa Birliği'ne aday bir ülke konumundayken, şimdi üçüncü dünya ülkeleri standartlarına geriledik. Geçen hafta 5 günlük senelik izindeydim. Çok önceden programlanmış bir tatildi. İptal etmemiz mümkün değildi. Her şey yolundaydı. Eşime "Ne hissediyorsun?" diye sordum. "Tuhafım!" dedi. Her şeyin iyi gitmesi gereken bir yerde yarı cenaze evindeymiş gibi hissediyorsunuz kendinizi. Kısa aralıklarla yaşadığınız şeyden haz alsanız bile bundan üzüntü duyuyorsunuz. Çünkü toplum tıpkı bir cenaze evi gibi şu günlerde.
-Ne yapmalıyız?
Psikiyatr olsam da hüzünleniyor, kederleniyor, tahammül etmekte zorluk çekiyorum, zaman zaman uykum kaçıyor. Twitter'dan da söylüyorum her gece: İyi uyku gibisi yok. Çünkü uyandığımızda yine bu gerçeklerle, biz savaşacağız. Güçlü olmamız lazım. Kaygı içindeyken sorunları çözemeyiz. Türkiye'de ne olduğu açık. Sembol kullanılıyoruz ama failin ortaya çıkmasını sağlayacak demokratik düzeneklerin çalışması için elimizden geleni yapmalıyız. 7 Haziran'da bu sistem kısmen çalıştı. 1 Kasım'da ise çok daha iyi çalışacaktır. Oy ve Ötesi, diğer sistemler, doğru siyasal tutumlar, sivil toplum örgütlerinin halkı bilinçlendirmesi çözümü gösteren ipuçları.
-Peki, kişisel anlamda bireylere düşen vazifeler nedir?
1- Sorunun adını koyalım. 2- Çözümleri üzerine fikir yürütelim. 3- Çözüm önerileri arasında bir sıralama yapalım. Öncelikli çözümün ne olduğuna karar verelim. 4- Uygulamaya koyalım. 5- Çözümün işlemediği yerlerde neden işlemediği üzerine kafa yoralım. 6- Geriye dönüp diğer çözüm önerileri neydi, onlardan herhangi birine bu aşamada ihtiyaç duyup duymadığımıza bakalım... Bu aslında psikoterapide kullandığımız temel düşünme tekniklerinden biri. Sorunun duygusal yükü altında ezilmek mi daha iyi yoksa çözüm üretmek mi? Ben kenara çekilip olaya bakmayı, sorunun boyutlarını tespit edip sonra da alana tekrar girerek müdahale etmeyi öneriyorum. Yoksa kaygıyla ancak üstümüz başımız kan olur.
-Acaba üst üste gelen bu olumsuzlukların amacı toplumun ruh sağlığını bozup mantıklı düşünmesini engellemek mi? Sizce bu anlamda profesyonel destek alınılıyor mu?
Şüphesiz, gücü elinde bulunduranların yanındaki kişiler bunlara kafa yoruyor. Kesinlikle insan psikolojisini de hesaba katarak hareket ediyorlar. Ama derslerine yeterince iyi çalışmadıkları için birçok noktada tıkanıyorlar. Futbol maçı iki takımın sadece fiziksel, teknik değil; psişik ve stratejik olarak da çarpışmasıdır. Türkiye'deki oyunda da futbolcuların fiziksel kapasiteleri var. Teknik kapasiteleri (zihinsel kapasite) sınırlı. Ve psişik strateji kurarken önemli hatalar yapıyorlar bu yüzden. Uzunca bir süre fiziksel kapasiteyle (oy, toplumsal destek) maçı götürdüler. Ama zayıf teknik kapasite, zayıf psikolojik arka plan oyunun bir süre sonra tıkanmasına sebep oldu.
...
-Uzmanlar artık sosyal konularda analiz yapmaktan korkuyor ülkemizde. Sizce neden böyle?
Yeterince medeni olmayan, fikir özgürlüğünün tam olmadığı yerlerde fikir üretmenin bedeli hep vardır. Yani, genetik alanında bir çalışma yaparsınız, büyük ödüller alırsınız. Bunu kimse tehdit olarak algılamaz. Ama sosyal alanla ilgili bir şey söylediğinizde tehlikeli kabul edilirsiniz. Sosyal analizlerin siyasal sonuçları vardır çünkü. Türkiye'de sosyal analiz yapmaktaki güçlük, siyasal alandaki baskıyla doğru orantılı. Ama kolaycılığa da kaçmamak gerekir. Baskı var diye üretmemek, söylememek doğru değil. Gerçek sosyal-siyasal düşünürleri olan toplumlar baskılardan kolay etkilenmemelidir.
-Siz herhangi bir olumsuzluk yaşadınız mı?
Söylediğiniz her şeyin hayatta bir bedeli var. Cesaretle doğru bildiğiniz yoldan yürürken ödediğiniz bedel, tahmin edilenden daha küçüktür. Korkarak sessiz kalanların, bir şey yapmayanların ödediği bedel; savaşanlarınkinden daha büyüktür her zaman. Yaşadığım mesleki baskıların, nispi kayıpların hepsinin sebebini anlıyorum. Bedel ödüyorum ve daha bedeller ödemeye de razıyım. Onurlu yaşamak bence insana en büyük ödüldür."
CİHAN