[Prof. Dr. Osman Şahin] Mazlumlar kendi hallerine mi bırakılmışlardır?

Üstad Bediüzzaman Hazretleri İkinci Şua’da iki parçadan oluşan bir soruya verdiği harikulade cevapta çok büyük öneme haiz tespitlerde bulunmaktadırlar.

SHABER3.COM

PROF.DR. OSMAN ŞAHİN 

Üstad Bediüzzaman Hazretleri İkinci Şua’da iki parçadan oluşan bir soruya verdiği harikulade cevapta çok büyük öneme haiz tespitlerde bulunmaktadırlar. Birinci kısımda “Var olan çok sayıdaki çirkinlikler, belalar, musibetler ve ölümler bütün kâinatı kuşatan güzelliklere, rahmete ve adalete aykırı düşmez mi?” sorusu cevaplanmaktadır. 24. Mektup’ta ve ayrıca daha önce yayınlanan "Ondan gelen şerler hayr ve çirkinlikler dahi güzeldir" ve “Belalar ve musibetler umûmi rahmete aykırı düşmüyor mu?” başlıklı yazılarda bu sorunun cevabı detaylı bir şekilde alınmıştır. 

Sorunun ikinci kısmında ise, ilk bölümde delillerle ispat edilen, belalar ve musibetler gibi menfi hadiselerin aslında rahmete aykırı olmadıklarını kabulle beraber, Cemîl-i Mutlak ve Rahîm-i Mutlak ve hayr-ı mutlak olan Zât-ı Ganiyy-i Ale'l-Itlak’ın, nasıl olup da bu bîçare fertleri ve şahısları musibete, şerre, çirkinliğe müptelâ ettiği sorulmaktadır. Burada insanların aklına gelebilecek çok önemli istifhamlar cevaplanmakta ve birçok evham ortadan kaldırılmaktadır.

“Ne kadar iyilik ve güzellik ve nimet varsa, doğrudan doğruya o Cemîl ve Rahîm-i Mutlakın hazine-i rahmetinden ve ihsanat-ı hususiyesinden gelir. Ve musibet ve şerler ise, saltanat-ı rubûbiyetin, Adetullah namı altında ve küllî iradelerin mümessilleri olan umumî ve küllî kanunlarının çok neticelerinden tek tük cüz'î neticeleri olmasından, o kanunlar cereyanının cüz'î muktezaları olduğundan, elbette küllî maslahatlara medar olan o kanunları muhafaza ve riayet etmek için, o şerli, cüz'î neticeleri dahi halk eder.” 
Öncelikle her türlü iyilik, güzellik, nimet ve hayr adına her ne varsa hepsi sonsuz merhamet sahibi ve hayr-ı mutlak olan Cenab-ı Hak’tan gelmektedir. Kötülükler, belalar ve musibetler ise, kâinatta cereyan eden ve çok maslahat ve faydaları temin eden kanunların gerektirdiği neticelerdir. 

O’nun (CC) kullarıyla olan münasebeti sürekli ve kesintisizdir 

Peki insanlar bu zulümlere ve musibetlere nasıl tahammül edip baş edebilecekler, bütün bunların altında kalıp ezilmeyecekler midir? Aynı risalede, bu soruya verilen cevap da çok güzeldir: “Fakat o cüz'î ve elîm neticelere karşı, imdâdât-ı hassa-i Rahmâniye ve ihsanat-ı hususiye-i Rabbâniye ile, musibete düşen efradın feryatlarına ve beliyyelere giriftâr olan eşhasın istiğaselerine yetişir. Ve fâil-i muhtar olduğunu ve herbir şeyin herbir işi, onun meşîetine bağlı bulunduğunu ve umum kanunları dahi daima irade ve ihtiyarına tâbi bulunmalarını ve o kanunların tazyikinden feryat eden fertleri, bir Rabb-i Rahîm dinlediğini ve imdatlarına ihsanıyla yetiştiğini göstermekle; Esmâ-i Hüsnânın kayıtsız ve hadsiz cilvelerine hadsiz ve kayıtsız bir meydan açmak için o küllî âdetullah düsturlarının ve o umumî kanunların şüzuzâtıyla ve hem, şerli cüz'î neticeleriyle, hususî ihsanat ve hususî teveddüdat, yani sevdirmekle hususi tecelliyat kapılarını açmıştır.”

Allah (cc) kullarını türlü türlü imtihanlara tabi tutarken onları kendi hallerine bırakmış değildir. İmtihanların şiddetine bağlı olarak, adaletinin, rahmetinin ve hikmetinin gereği olarak kullarının imdadına yetişmekte, onları desteklemekte, onlara çeşit çeşit hususi ihsanlarda bulunmakta, onların yalnızlık ve vahşetlerini izale etmektedir. Cenab-ı Hakk’ın kullarıyla olan irtibatı sürekli ve kesintisizdir. 

“Allah’ın izni olmaksızın hiçbir musîbet başa gelmez…” (64/11) ayetinde buyurulduğu gibi,  Allah (CC) izin vermeden şerler, bela ve musibetler başa gelmezler. Adil-i mutlak, Hakim-i mutlak, Cemîl-i alelıtlak, Rahîm-i mutlak ve Rahman-ı bilhakk olan Allah (CC) birçok hayırların ve hikmetlerin vücuda gelmesi için bu şerlere, belalara ve musibetlere izin verirken, O’nun (CC) her şeyi kuşatan rahmet ve cemali kullarının bu bela ve musibetler altında yalnız, çaresiz, dayanaksız, perişan, aciz, zayıf, vahşet ve korkular altında kalarak heder olmalarına ve netice itibarıyla kaybetmelerine izin vermez. 

O nihayetsiz rahmet ve şefkat sahibi Allah (CC) musibetlere maruz kalan bireylerin feryatlarına ve belalara müptela olanların imdat ve yardım taleplerine şefkat ve merhametiyle her birine özel olarak yardım ve imdat etmekte ve onlara mahsus ihsanlar ve nimetlerde bulunmak suretiyle cevap vermektedir. Bu hadiseler eliyle, Allah (CC) fâil-i muhtar olduğunu ve herbir şeyin herbir işi, onun meşîetine (istemesine ve irade etmesine) bağlı bulunduğunu ve bütün kanunların daima O’nun irade ve ihtiyarına tâbi olduklarını ve Celali tecelliler altında feryat eden fertleri bir Rabb-i Rahîm dinlediğini ve imdatlarına ihsanlarıyla yetiştiğini göstermekle kendisini kullarına sevdirmekte ve kullarının her zaman O’na yönelmelerine ve O’nun kapısını çalmalarına sevk etmektedir (yönlendirmektedir).

Yaşanan bu hadiselerde, Allah’a dayanan ve O’na isyan etmeyen kullar ile Rab’leri arasındaki bu münasebetler neticesinde, kullar bir taraftan insan-ı Kâmil olma yolunda Allah’a yakınlaşmakta diğer taraftan O’na (CC) ait marifetleri ve muhabbetleri artmaktadır. 
M. Fethullah Gülen Hocaefendi, “Uhud mu, Tâif mi?” başlıklı Bamteli’nde, başa gelen bela ve musibetlere karşı dayanabilmede manevi immün sisteminin güçlü olmasının önemine dikkat çekmektedirler: “Herkes, “immün sistemi”nin sağlamlığı ölçüsünde belalara karşı dayanıklı olur. “İman-ı billah”, “marifetullah”, “muhabbetullah”, “zevk-i ruhânî”, “hâlis aşk u iştiyâk-ı likâullah”; insanın manevî anatomisinin immün sistemi budur. Bu ne kadar güçlü ise, başa gelen belalara karşı da insan o kadar mukavemetli olur, Allah’ın izni ve inayetiyle. Bin tane virüs gelse, musallat olsa, onların hepsini darman duman eder, Allah’ın izni ve inayetiyle. “Uf, puf!..” diyen insanlarda bu immün sistemi çökmüş demektir. Anatomik yapıda immün sistemi çöktüğünde, vücûd nasıl hastalıklara açık hale, mikroplara açık hale, virüslere açık hale geliyor; artık koruyucu sistem kalmıyor. Aynen öyle de… Bu açıdan onlardaki o immün sistemi, çok güçlü; “Enbiyâ”da, “Mukarrabîn”de, “Asfiyâ”da, “Evliyâ”da ve “ibâdullah-ı sâlihîn”de.” Burada zikredilen iman-ı billâh, marifetullah ve muhabbetullah hedeflerini yakalayabilmek açısından hem iyilikler, güzellikler ve nimetler gibi cemali hem de musibetler ve belalar gibi celali tecellilere ihtiyaç vardır. Bu ufku yakalamada, celali tecelliler cemali tecellilerden daha fazla bir öneme sahiptirler.

Hocaefendi aynı Bamteli'nde, celali tecellilerin cemali tecellilerden daha fazla insanı Allah’a yakınlaştırdığı ile ilgili önemli tespitler yapmaktadırlar:  “Mü’min, o Celâlî tecellîler karşısında, “Cemâlî tecellî”den daha fazla hisseyâb oluyorlar… Mü’min, böyle bir “Celâlî tecellî” karşısında daha bir metafizik gerilime geçiyor; Cenâb-ı Hakk’a daha genişçe teveccüh ediyor. O açıdan da esasen, bir yönüyle Celal’in gözünde “Cemâl”, daha bir cemâl haline geliyor. Evet, bu İmam Rabbânî Hazretlerinin beyanı. Ayrı bir şey; yani, Celâl, çok daha önemli mü’min için; diğerleri için değil. Hazreti Muhyiddîn de meseleye öyle bakar; zannediyorum Hazreti Pîr-i Mugân, Şem’-i Tâbân da meseleye öyle bakar. -Mesela, Üstad hazretleri “Bazen de cemal, celalden tecellî eder. Evet, cemalin gözünde celal ne kadar cemildir, celalin gözünde dahi cemal o kadar celildir.” der.

Durum böyle olmakla beraber, bir rahmet eseri olarak insanlara takatlerinin üstünde bir yük de yüklenmemektedir. Elmalılı Hamdi Yazır Hazretleri “Allah hiçbir kimseyi güç yetiremeyeceği bir şekilde yükümlü tutmaz.” (2/286) ayetinin tefsirinde, Allah’ın (CC) fazl u kereminden ve rahmetinden dolayı insanların kaldırabileceklerinin de altında bir yükle yüklediğini ifade etmektedirler. Hocaefendi aynı Bamteli'nde , bu Celâlî tecellîler karşısında mü’minin Rabbisine nasıl teveccüh etmesi gerektiğini ise şöyle ifade etmektedirler:
“Hele o Celal tecellîleri geldiği zaman, ıztırar diliyle, Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ediyor:  “Muztar dua ettiği zaman, onun duasına icabet eden, başındaki sıkıntıyı gideren kimdir?” (Neml, 27/62) veya  “Ben kalbi kırıklarla beraberim!..” hakikatlerine sığınıyor.

Hani “Siz de deyin!” diye âcizâne demiştim:  “Ey kalbi kırıkları maiyyetiyle şereflendiren! Ey ‘Gönlü mahzunların yanındayım!’ buyuran! Hâlihazırda gönüllerimiz paramparça, mahzun ve kederli. Ne olur, maiyyetini bizlere duyur! Bizi bize terk etmek suretiyle bizleri mahvettirme! Kırıklarımızı sarıp sarmala, yaralarımızı iyileştir.”   

 “Ey darda kalanların, canı gırtlağına dayananların, dergâh-ı ulûhiyetinin kapısının tokmağına dokunanların çağrılarına icâbet buyuran Allah’ım! Hâl-i pür-melâlimiz Sana ayân.. canlarımız gırtlakta ve son kelime dudakta. Hak duygusunun gönlümüzde hâsıl ettiği heyecan ve hafakandan, bâtıl duygu ve düşüncesine karşı koyma cehdi ve gayreti sebebiyle, yeryüzü bütün genişliğine rağmen daraldıkça daraldı; sadırlarımız ve nefsimiz bizi sıktıkça sıkmaya başladı. Ne olursun bizlere tez zamanda ferec ve mahreç nasip buyur! Sensin yegâne sığınağımız ve ümit kaynağımız!..””

ÖNE ÇIKAN HABERLER