PROF.DR. OSMAN ŞAHİN- SAMANYOLUHABER.COM
İNSANLARIN EKSERİSİ, ŞİRK KOŞMAKSIZIN ALLAH’A İMAN ETMEZLER 7
Üstad Hazretleri Hubab risalesinde, tarihlerin naklettikleri şekliyle, Peygamberin (aleyhissalâtü vesselâm) hayatının başlangıcına maddî, sathî, sûrî bir nazar ile bakan bir adamın O’nun (aleyhissalâtü vesselâm) manevi şahsiyetini idrak edemeyeceğini ifade etmekte, mana-yı harfi ile mana-yı isminin ve masdar ile mazharın karıştırılmaması gerektiği üzerinden, önemli bir tevhid dersi vermektedirler:
“Maahaza mebde-i hayatına şek ve şüphe ile bakan adam herhalde masdar (Gerçek fail/ yapan) ile mazhar (failin, gerçek yapanın eserlerinin üzerinde göründüğü şey), menba ile makes, zatî ile tecelli aralarını fark edemiyor. Ve bu yüzden şüpheye düşer. Evet, nebiyy-i zîşan (a.s.m.) tecelliyat-ı ilâhiyyeye mazhar ve makesdir, masdar ve menba değildir. Çünkü, o zat yalnız abddir ve ibadetçe herkesten ileridir.
Demek bu kadar görünen terakkiyat, kemalât onun zatî malı değildir. Ancak hariçten verilen Rahman-ı Rahîmin tecellileridir. Evvelce beyan edildiği gibi, hiçbir şey, bir zerreye bile mana-yı ismiyle (kendi namına, hesabına) masdar olamaz. Amma bir zerre, mana-yı harfiyle (gerçek sahibine bakan yönüyle, onun namına) semanın yıldızlarına mazhar olur. Yalnız gaflet ile o zerrenin masdar olduğu zannıyla bakıldığından, sanat-ı ilâhiyeyi tağutî bir tabiata mal ederler.”
Hazreti Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm) dahi masdar ve menba değil, yani hakiki fail veya sanatkar değil, Allah’ın (celle celâluhu) sıfat ve esmasının üzerinde tecelli ettiği bir varlıktır. Onda müşahede edilen her türlü fazilet, kemalat O’nun kendi malı değildir, bunların hepsi Rahman ve Rahim olan Allah (celle celâluhu) tarafından O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) verilmiş şeylerdir. Şuur sahibi olsun veya olmasın, hiçbir şey, varlık ve vücud adına bir şeye gerçek anlamda sahip değillerdir.
Onyedinci Lem’a’da iktiran üzerinden konuyu şöyle açıklamaktadırlar: “Evet, iktiran ayrı, sebep ayrıdır. Nimet sana gelir; bir insanın sana karşı ihsan niyeti de o nimetle beraber meydana gelmiştir, fakat onun sebebi değildir. Asıl sebep, Allah'ın rahmetidir. Evet, o insan vermeyi niyet etmeseydi o nimet sana gelmezdi ve bu, nimetin yokluğuna sebep olurdu. Fakat zikredilen kaideye göre o ihsan niyeti, nimetin hakiki sebebi olamaz. Ancak gerekli yüzlerce şarttan biri olabilir.
Mesela, Risale-i Nur talebeleri içinde Cenab-ı Hakk'ın nimetlerine mazhar bazı zatlar (Hüsrev ve Refet gibi), iktiranı sebeple karıştırıp Üstadlarına fazla minnettarlık gösteriyorlardı. Halbuki Cenab-ı Hak, onlara Kur' an dersinde verdiği istifade nimetiyle Üstadlarına ihsan ettiği ifade nimetini beraber kılmış, onları bir araya getirmiş. Onlar der ki: "Eğer Üstadımız buraya gelmeseydi biz bu dersi alamazdık. Öyleyse onun ifadeleri, istifademize esas sebeptir."
Ben de derim ki: Kardeşlerim! Cenab-ı Hakk'ın bana da sizlere de verdiği nimet beraber gelmiştir, iki nimetin asıl sebebi de Allah'ın rahmetidir.
Bir vakit ben de sizin gibi iktiranı asil sebeple karıştırarak Risale-i Nur'un sizler gibi elmas kalemli yüzlerce talebesine çok minnettarlık hissediyor ve diyordum ki: "Bunlar olmasaydı benim gibi yarı ümmi bir biçare nasıl hizmet ederdi?" Sonra anladım ki, sizlere kalem vasıtasıyla verilen kutsi nimetten sonra, bana da bu hizmette başarı ihsan edilmiş. İkisi yan yana gelmiş, birbirlerinin asıl sebebi olamazlar. Ben teşekkür yerine sizi tebrik ediyorum. Siz de minnettarlık yerine dua ediniz ve beni tebrik ediniz.”
Üstad Hazretleri, ayrıca Onyedinci Lem’a’da, üstad ve mürşidlere minnet hakkında önemli tespitler yapmaktadırlar: “Üstad ve mürşid, güzelliklerin asıl kaynağı kabul edilmemeli; onlara mazhar ve ayna bilinmelidir. Mesela sıcaklık ve ışık, sana bir ayna vasıtasıyla gelir. Güneşe karşı minnettar olmak yerine aynayı o sıcaklığın ve ışığın kaynağı kabul edip güneşi unutarak ona minnettar olmak divaneliktir. Evet, ayna korunmalı, çünkü mazhardır. İşte mürşidin ruhu ve kalbi bir aynadır. Cenab-ı Hak'tan gelen feyzi aksettirir, onun müridine ulaşmasına vesile olur. Ona feyiz noktasında, vesilelikten fazla makam verilmemesi gerekir.”
Üstad ve mürşid, onlar üzerinden cemaatlerine ulaşan nimetlerin gerçek sahibi veya asıl kaynağı değillerdir. Zat-ı Akdes’den gelen nimetlerin o insanlara ulaştırılmasında sadece bir vesiledirler. Diğer taraftan ayna da önemsiz değildir ve korunması gerekmektedir. Allah’ın (celle celâluhu) mürşide lütfettiği ruh ve kalp safveti ve duruluğu sayesinde, O’ndan (celle celâluhu) gelen feyizlere mazhar ve mâkes olmak suretiyle, o hakikatlerin aksedilmesinde istihdam edilmektedirler.
MİNNET ALLAH’A VE O’NUN RESÛLÜ’NEDİR
Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselâm) da diğer peygamberler gibi yaptıkları hizmetlerinin mukabilinde bir ücret talebinde bulunmamışlar ve yaptıkları hizmetleri nazara vererek hiç kimseyi minnet altında bırakmamışlardır. Fakat, Allah Rasûlü’nün (aleyhi ekmelüttehâyâ vetteslimât) bazı hikmetlere ve maslahatlara binaen ve belki de peygamberlik vazifesinin gerektirmesine binaen, kendisinin konumunu muhataplarına hatırlatması gereken durumlar yaşanmıştır.
Fetanet-i âzam sahibi Hazreti Sâdık u Masdûk Huneyn’den sonra elde edilen ganimetleri daha çok gönüllerini İslâm’a ısındırmak istediklerine dağıtınca, Ensar’dan üç-beş genç bundan rahatsız olmuşlardır. Bunu haber alan Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), sadece Ensar’ı toplamış ve onlara minnet ifadeleri olarak anlaşılabilecek bazı sözler söylemişlerdir.
Hocaefendi aynı yazıda bu olayları şöyle anlatmaktadırlar: “”Ben geldiğimde, siz dalâlet içinde değil miydiniz? Allah, benimle size hidayete erdirmedi mi? Ben geldiğimde, siz fakr ü zaruret içinde kıvranmıyor muydunuz? Allah, benim vesilemle sizi zenginleştirmedi mi? Ben geldiğimde siz, birbirinizle düşman değil miydiniz? Allah, benimle sizin kalplerinizi telif etmedi mi?” Elbette orada bulunanların çoğu, zaten O’na çok iyi inanmış kimselerdi. Efendimiz (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm), her cümle ve soruyu bitirdikçe onlar topluca: “Evet, evet, minnet Allah’a ve Resûlü’ne aittir!” diye gürlemişlerdi.
Görüldüğü üzere burada –hâşâ– nimetlerin onların başına kakılması, yüzüne vurulması mevzuubahis değil; aksine muhatapları içine düşebilecekleri bir vartadan kurtarma, fitnenin önünü alma ve ortaya çıkmış problemi çözmeye matuf bir gaye söz konusudur.”
Bu olayda, bir peygamberin arkasında bazı gençlerin onun icraatını eleştirme ve tenkid gibi halleri söz konusudur. Bu gençlerin ve onların etkisinde kalabilecek bazılarının zarar görmemeleri ve Hazret-i Peygamber’den tam istifade edebilmeleri için peygamberlikle alakalı konumunun ve bunun onlara neler kazandırdığının onlara hatırlatılmasına ihtiyaç bulunmaktaydı. Aynı zamanda, meydana gelebilecek bir fitnenin önü de bu şekilde alınmış olmaktaydı.
“Mehdîlik İddiaları, Keramet Talepleri ve En Büyük Pâye” başlıklı Bamteli’nde “Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in risâletini ilan etmesi, O’nun vazifesi cümlesindendir. Farz-ı muhal, O, kelime-i Tevhidi söylese ama “Muhammedün Rasûlullah” demeseydi, vazifesini yapmamış olurdu.” sözlerinde ifade edildiği gibi ve yukarıda zikredilen hikmetlerle beraber düşünüldüğünde, Allah Rasûlü’nün (aleyhissalâtü vesselâm) Ensar’a olan bu hitabındaki hatırlatmaların da O’nun vazifesi cümlesinden olduğu anlaşılır. Fahr-i Kâinat Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ) bu beyanlarının bir diğer faydası da, burada ifade edilen hakikatlerden bütün ümmetinin istifade edeceği derslerin bulunmasıdır. Hocaefendi MİNNET yazısında bu faydaları şöyle açıklamaktadırlar: “Bu beyanla, Efendiler Efendisi’nin Allah nezdindeki yeri ve bizim başımız üstünde bulunan o muallâ konumu hatırlatılmış oluyor. Evet, biz O’na karşı çok medyun, çok minnettarız. Zira O olmasaydı cihanın olmasının da bir mânâsı yoktu. İmana, iz’ana erdiysek O’nun sayesinde erdik. Varlığı doğru okuyabildiysek O’nun sayesinde okuduk. Bugün hidayet yolunda bulunuyor, ebedî mutluluk yurdunun rüyalarını görüyor, Allah’ın hoşnutluğuna ermeyi hedefliyorsak, bütün bunlar O’nun rehberliği, yol göstericiliği vesilesiyle, yollarımıza nurlar serpip aydınlatması sayesindedir. Bu açıdan minnet etme O’nun hakkı, bunu itiraf da bizim vazifemizdir.
… Elbette ki gaye ölçüsünde vesile olan Efendiler Efendisi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) konumu farklı, bizim konumumuz ise tamamen farklıdır…”