PROF.DR. OSMAN ŞAHİN- SAMANYOLUHABER.COM
Üstâd Hazretleri Kader risalesinin zeylinde ele aldığı mesleğinin dört esası olan “acz, fakr, şefkat ve tefekkür” esaslarının dayandığı dört hatveden üçüncüsünü şöyle açıklamaktadır: “Üçüncü Hatve’de: “Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her fenalık ise nefsindendir.” (4/79) dersini verdiği gibi; nefsin muktezası, daima iyiliği kendinden bilip fahir ve ucbe girer. Bu hatvede, nefsinde yalnız kusuru ve naksı ve aczi ve fakrı görüp; bütün mehâsin ve kemâlâtını, Fâtır-ı Zülcelâl tarafından ona ihsan edilmiş nimetler olduğunu anlayıp, fahir yerinde şükür ve temeddüh yerinde hamdetmektir. Şu mertebede tezkiyesi, “Nefsini maddî ve manevî kirlerden arındıran, felâha erer.” (91/9) sırrıyla şudur ki; kemâlini kemâlsizlikte, kudretini aczde, gınâsını fakrda bilmektir. “
On sekizinci sözde “Nefs-i Emmâreme Bir Sille-i Te’dib” başlığı altında, bu hatvede ifade edilen hususa nasıl muvaffak olunacağını, nefsiyle olan münazarasında nefsini ilzâm ve iskât etmesi üzerinden göstermektedir. Bu münazaraya esas teşkil eden ayet ise “Yaptıklarından ötürü sevinen, öbür taraftan yapmadıkları işlerden dolayı övülmek isteyen kimselerin sakın azaptan yakayı kurtaracaklarını sanma! Çünkü onlara o can yakıcı azap vardır.” (3/188) ayetidir.
Yaptıklarından ötürü sevinen ve yapmadıkları işlerden dolayı övülmek isteyen kimseler…
İnsandan sudur eden güzellikler insanın malı değildir ki onlara sahiplenebilsin. Çünkü insan nefsi her zaman kötülüğü istemektedir. İyilikleri, güzellikleri ve hayırları murad eden ve isteyen, onların gerçekleşme
si için bu duyguları insana veren ve bunları yaratarak gerçekleştiren hep Allah’tır (CC). İnsana düşen ise O’ndan (CC) gelen bu güzellikleri, hayırları kabul etmektir. Ama bu hayırlar ve güzellikler insana geldiğinde onun nefsindeki arızalar (gurur, kibir, enaniyet, tembellik, bencillik, haset, ihmal vs.) bu gelen hayırların gerçekleşmesine engel olmaktadırlar. O zaman insan üzerinden birtakım hayırlar ortaya çıkıyorsa insan Allah (CC) hesabına bunlara sevinebilir, kendi hesabına (ben yaptım, ettim ve başardım gibi) sevinme hakkı yoktur. O zaman hayırlara vesile olan insanlar bunlara sahiplenmek suretiyle övünmeye hakları yoktur.
İnsanın vesile olduğu hayırlarda bile övünme hakkı bulunmazken, bazı insanlar ise hiç yapmadıkları şeylerden bile övülmek isterler ki bu daha şiddetli bir hastalıktır. İşte bu iki grup insan hakkında çok dehşetli bir tehdid-i ilahi vardır. Bunlar bu halleriyle şirke düştüklerinden can yakıcı azaptan kurtulamayacaklardır.
Üstâd Hazretleri “Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her fenalık ise nefsindendir” ayet-i kerimesinde ifade edilen tevhid hakikatine nefisleri tam ikna edecek olan şu harikulade açıklamaları yapmaktadırlar:
“Ey fahre meftûn, şöhrete müptelâ, medhe düşkün, hodbinlikte bî-hemtâ sersem nefsim!
Eğer binler meyve veren incirin menşei olan küçücük bir çekirdeği ve yüz salkım ona takılan üzümün siyah kurucuk çubuğu; bütün o meyveleri, o salkımları kendi hünerleri olduğu ve onlardan istifade edenler o çubuğa, o çekirdeğe medih ve hürmet etmek lâzım olduğu, hak bir dâvâ ise; senin dahi sana yüklenen nimetler için fahre, gurura belki bir hakkın var. Hâlbuki sen, dâim zemme müstehaksın. Zira o çekirdek ve o çubuk gibi değilsin. Senin bir cüz-ü ihtiyârın bulunmakla, o nimetlerin kıymetlerini fahrin ile tenkis ediyorsun, gururunla tahrip ediyorsun ve küfrânınla ibtal ediyorsun ve temellükle gasbediyorsun. Senin vazifen fahir değil, şükürdür. Sana lâyık olan şöhret değil, tevâzûdur, hacâlettir. Senin hakkın medih değil istiğfardır, nedâmettir. Senin kemâlin hodbinlik değil, hüdâbînliktedir. Evet sen benim cismimde, âlemdeki tabiata benzersin.
İkiniz, hayrı kabul etmek, şerre merci olmak için yaratılmışsınız. Yâni, fâil ve masdar değilsiniz; belki münfail ve mahalsiniz. Yalnız bir tesiriniz var; o da, hayr-ı mutlaktan gelen hayrı, güzel bir sûrette kabul etmemenizden şerre sebep olmanızdır.
Hem siz birer perde yaratılmışsınız. Tâ, güzelliği görülmeyen zâhirî çirkinlikler size isnad edilip Zât-ı Mukaddese-i ilâhiyenin tenzihine vesile olasınız. Hâlbuki bütün bütün vazife-i fıtratınıza zıt bir sûret giymişsiniz. Kabiliyetsizliğinizden hayrı, şerre kalbettiğiniz hâlde, Hâlık’ınızla güya iştirak edersiniz. Demek nefis-perest, tabiat-perest, gayet ahmak, gayet zâlimdir.”
Ali Ünal Hoca mealinde bu ayetteki hakikati şöyle açıklamaktadır: “Allah, kulları için hiçbir zaman kötülük irade etmez. O, daima iyilik diler ve kullarını iyiliğe sevk eder. Dolayısıyla, kulun karşılaştığı her iyilik, Allah’ın onu o iyiliğe sevk etmesi, iradesini o yöne yöneltmesi sebebiyledir. Şu hâlde, insanın karşılaştığı her iyilik, Allah hem kulunun iradesini o iyilik yönüne sevk ettiği, hem onu o iyiliği işlemeye muvaffak kıldığı ve hem de o iyiliği yarattığı için Allah’tandır. İnsan, Allah onun iradesini iyilik yönüne sevk etmesine rağmen kendi hür iradesiyle kötülüğü tercih ettiği ve onu işlediği için başına gelen bütün kötülüklerin kaynağıdır, sebebidir ve işleyenidir. Dolayısıyla, insanın başına gelen her kötülük, insanın kendisindendir.”
Bu konuya “Manevî Ortaklık Ve İlahî Mukabele” başlıklı bamtelinde Fethullah Gülen Hocaefendi şu enfes yorumları getirmektedirler: “İhlaslı kimse, sâlih amel işleyen ve insanların kendisini övmesinden hoşlanmayan, övülmeyi sövülme gibi gören insandır.” Hazreti İsa’ya ait bir sözdür, bu. Hazreti Pîr, o yolda olanlardan birisidir; onları takip eden bir muhlistir. “Ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum.” diyor. “İyilik yaptın, güzelliklere vesile oldun, “mazhar”sın!.” mülahazasına karşı, “Hayır mazhar değil memersin (geçit yeri, geçiş noktası, uğrak)! ” diyor. bir sözde. Esas o güzellikler O’na ait. Sen güneşe açık durduğun zaman, ondan gelen şualar sana aksediyor, dolayısıyla ona ait. Hele kendi karanlık tüneline gir bakalım, güneşin o ışınları kalıyor mu senin üzerinde?!."
Hocaefendi’nin aynı hakikati izah sadedinde verdiği bu örnek ne kadar da güzeldir. O güzellikler O’na ait, sen güneşe açık durduğunda o gelen şualar sana aksediyor (yani Hayr-ı Mutlak’tan (CC) gelen hayırları kabul etmiş oluyorsun), dolaysıyla sana ait değiller. O güneşe teveccüh etmeyip kendi karanlık nefis tüneline girdiğinde üzerinde güneş ışıklarında hiç eser kalmıyor, dolayısıyla hepsi O’na (CC) ait.
Üstâd Hazretleri Emirdağ Lahikası’ında bu hakikatin şuurunda olarak, Risale-i Nurlar’ın vücud bulmasına vesile olmasından kaynaklanan faziletleri ve makamları üzerine almamakta ve kendisinin ancak bir çekirdek olduğunu, bütün bu güzelliklerin sahibinin o çekirdeği o istidat ve kabiliyetlerle donatıp yaratan, onu toprağa eken ve neşv-ü nemâ bulması için gerekli olan her şeyi halkeden Zât olduğunu ve çekirdek olan kendisinin ise çürüyüp gittiğinden, diğer bir ifadeyle kendisinin Hayr-ı Mutlak’tan gelen hayırları sadece kabul ettiğinden bahsetmektedirler: “Ben lâyık değilim. Haddim de değil. Ben bir hizmetkârım; çekirdek gibi çürüdüm, gittim. Risale-i Nur ise, Kur’ân-ı Hakîm’in tefsiridir, mânâsıdır…”
“…Risale-i Nur’un o cihette bir nevi müceddid olması kaviyyen muhtemel olduğundan, o sıfatlar –hâşâ– benim haddim değil; belki mükerrer yazdığım gibi, benim hayatım Risale-i Nur’a bir nevi çekirdek olabilir. Kur’ân’ın feyziyle, Cenab-ı Hakk’ın ihsanıyla o çekirdekten Risale-i Nur’un meyvedar, kıymettar bir ağaç hükmüne icad-ı ilâhî ile geçmesidir. Ben bir çekirdektim, çürüdüm, gittim. Bütün kıymet Kur’ân-ı Hakîm’in mânâsı ve hakikatli tefsiri olan Risale-i Nur’a aittir.”