Ru'yet-i hilal (Hilalin görülmesi) meselesi-2
AHMET YILMAZ
Şer‘î çerçevede hilâlin görülmesiyle kamerî ay başlamış kabul edilmektedir. Bu nedenle ihtilâf-ı metâli‘, doğurduğu şer‘î-amelî sonuçlar bakımından değişik zamanlarda fakihler tarafından ele alınmıştır.
Başta Ebû Hanîfe, Ahmed b. Hanbel ve Mâlikîlerden Leys b. Sa‘d olmak üzere Hanefîlerin büyük çoğunluğu, Mâlikî ve Hanbelî fakihlerin çoğunluğu ile Şâfiî fakihlerinin bazıları “ihtilâf-ı metâlia itibar edilmez” demişler.
Bu yazı dizisinde yer yer diğer mezheplerin görüşleri dile getirilmekle birlikte daha çok Hanefî doktrinin konuya yaklaşımı etüt edilmeye çalışılacaktır.
Sonuçta belli bir beldede hilalin görülmesinin o belde dışındaki diğer yerler için de geçerli sayılıp sayılmayacağı konusunda ortaya çıkan görüşleri iki başlık altında değerlendirmek mümkün görünmektedir. İhtilâf-ı metâli‘e itibar etmeyenler ve edenler. İtibar etmeyenlerden başlayalım.
İTİBAR ETMEYENLER
Bu görüşü savunanlara göre ihtilâf-ı metâli‘e hiçbir surette itibar olunamaz. Hilâlin görülmesi bir yerde şer‘an sâbit olduktan sonra diğer bütün beldelerdeki Müslümanlar buna uyarak oruçlarını tutarlar. Mesela hilâl ilk olarak Pakistan’da görüldüğünde Mağrib-i aksâ diye isimlendirilen bugünkü Fas bölgesindeki Müslümanlar kendileri görmeseler bile oruçlarını tutmaya başlarlar.
Bu Görüşü Dile Getirenler
Birçok Hanefî kaynakta, ihtilâf-ı metâli‘e itibar edilmeyeceğine dair görüşün zâhirü’l-mezheb olduğu ifade edilmektedir. Mesela İbnü’l-Hümâm olarak bilinen Hanefî fakihi, usul ve kelam âlimi Kemâlüddîn es-Sivâsî (ö. 861/1457), “Mısır’da hilâlin görülmüş olmasının diğer Müslümanları da bağlayacağını, zâhirü’l-mezheb olan görüşe göre batı bölgelerinde yaşayan Müslümanların hilâli görmüş olmalarının daha doğuda bulunan Müslümanlar için de bağlayıcı olacağını” ifade etmiştir.
(Bkz. İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-kadîr li’l-‘âcizi’l-fakîr, II, 313. Ayrıca bkz. Haskefî, ed-Dürrü’l-muhtâr şerhu Tenvîri’l-ebsâr, s. 145). Hanefî kaynaklarında ihtilâf-ı metâli‘ özelinde bakıldığında zâhirü’l-mezheb ile zahirü’r-rivâye kavramlarının aynı anlamda kullanıldığı görülmektedir. Zeynüddîn İbn Nüceym buna örnek olarak verilebilir (bkz. el-Bahru’r-râik şerhu Kenzi’d-dekâik, II, 290).
Mecdüddîn Abdullah b. Mahmûd el-Mevsılî (ö. 683/1284), el-Muhtâr’da “bir beldede hilâlin sübût bulmasının diğer bütün Müslümanları bağlayacağını ve ihtilâf-ı metâli‘e itibar olunmayacağını” söylerken (bkz. Mevsılî, el-İhtiyâr li-ta‘lîli’l-Muhtâr, I, 129.);bu görüşü Kâdîhân olarak bilinen Ebü’l-Mehâsin Fahrüddîn Hasen b. Mansûr el-Özkendî el-Fergânî’ye (ö. 592/1196) nispet etmiştir: “Kâdîhân, Şemsü’l-eimme es-Serahsî’den (ö. 483/1090 ?) nakille bu görüşün zâhirü’r-rivâye olduğunu söylemiştir.”(bkz. Mevsılî, a.g.e., I, 129). Hanefî mezhebi tarihinde Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî (ö. 189/805) tarafından yazılan ve rivayet açısından kuvvetli bulunduğu için zâhirü’r-rivâye, muhtevası Hanefî fıkhının temelini teşkil ettiği için de “mesâilü’l-usûl/el-usûl” olarak anılan el-Asl, el-Câmi‘u’s-sagîr, el-Câmi‘u’l-kebîr, es-Siyerü’l-kebîr ve ez-Ziyâdât gibi eserlerde bu görüşün yer aldığı dile getirilmiş olmaktadır.
Yerleşik görüşe göre zâhirü’r-rivâye, rivayet değeri açısından tercih edilmesi gereken (râcih) görüşleri temsil etmektedir. Bu yönüyle zâhirü’r-rivâye eserleri Hanefî mezhebi tarihi içinde ortaya çıkmış görüşleri hiyerarşik olarak sınıflandıran diğer çalışmalardan ayrılmaktadır.
Buna göre prensip olarak Ebû Hanîfe ve talebelerine birden fazla görüş atfedilmesi halinde zâhirü’r-rivâyede yer alan görüş esas kabul edilir. Eğer zâhirü’r-rivâyede birden fazla görüş bulunuyorsa bu görüşlerin içinde yer aldığı eserlerin kaleme alınış tarihine göre karar verilir. Sonra yazılmış eserdeki görüş tercihe şâyân kabul edilir (Bkz. Eyyüp Said Kaya, “Zâhirü’r-rivâye”, DİA, XLIV, 101).
Kâdîhân gibi son derece muteber bir Hanefî kaynağında söz konusu hususun zâhirü’r-rivâye olarak kaydedilmesi önemlidir. Ancak zâhiru’r-rivâye olarak anılan fıkıh metinlerinde bu makale vesilesiyle yapılan taramalarda –şimdilik- ittilâf-ı metâli‘e itibar olunmayacağına dair herhangi bir fetva ile karşılaşmadım. Bu çerçevede el-Asl’ın Mehmet Boynukalın tarafından tahkiki gerçekleştirilen nüshası ile Şâmile programında 5 cildi bulunan nüshasını tamamen taradım.
Bunun dışındaki zâhirü’r-rivâye kaynaklarından Pakistan’da İdâretü’l-Kur’ân tarafından neşredilen el-Câmi‘u’s-sağîr’i –ki bu çalışma en-Nâfi‘u’l-kebîr limen yutâli‘u’l-câmi‘a’s-sağîr ismiyle Abdülhay el-Leknevî (ö. 1886) tarafından şerhedilmiş ve birlikte basılmıştır- ve Haydarâbâd’da Dâru ihyâi’l-maârif tarafından basımı gerçekleştirilen el-Câmi‘u’l-kebîr’i gözden geçirdim. Bunun yanında zâhirü’r-rivâyenin nakli konusunda en önemli eserlerden sayılan Şemsü’l-eimme es-Serahsî’nin (ö. 483/1090 ?) el-Mebsût’unda da bu doğrultuda bir kayıt ile karşılaşmadım.
Ancak zâhirü’r-rivâyenin nakli hususunda önemli bir yere sahip olan Burhânüddîn (Burhânü’ş-Şerîa) Mahmûd b. Ahmed el-Buhârî el-Mergînânî’nin (ö. 616/1219) el-Muhîtü’l-Burhânî’sinde önemli addedilebilecek bir kayıt bulunmaktadır.
Burhânü’ş-şerîa önce “Bir belde halkı hilâli görürse bu durum bir başka belde halkı için de geçerli midir?” diye sormuş, ardından İmam Muhammed’den nakledildiğini vurguladığı şu ifadeyi aktarmıştır: “O beldenin halkının sözlerine itimat edip benimserler ve onlarla birlikte oruçlarını tutarlar, onlar gibi düşünürler. Bu fakihlerin ihtilafa düştükleri bir konudur” (bkz. Burhânü’ş-şerîa, el-Muhîtü’l-Burhânî fi’l-fıkhi’n-Nu‘mânî, II, 378). Burhânüddîn el-Buhârî’nin ‘an lafzıyla (harf-i ceri ile) İmam Muhammed’e isnat ettiği görüş bu hâliyle zâhirü’r-rivâye değil nâdirü’r-rivâye kabilinden olmuş olmaktadır.
Bununla birlikte zaman içerisinde “ihtilâf-ı metâli‘e itibar olunmayacağına dâir fetvanın” Hanefî fıkhına dair yazılmış birçok eserlerde zâhirü’r-rivâye şeklinde tebellür ettiği görülmektedir. Bunu Timurtaşî-Haskefî-İbn Âbidîn örneğinde görmek mümkündür. Şihâbüddîn (Şemsüddîn) Muhammed b. Abdillâh et-Timurtaşî (ö. 1006/1598), güvenilir fıkıh kitaplarındaki meseleleri derlediği, bilhassa müftü ve kadılar için el kitabı mahiyetinde özlü bir metin olan Tenvîrü’l-ebsâr ve câmi‘u’l-bihâr’da ihtilâf-ı metâli‘i dikkate almanın Hanefî mezhebine göre gayr-ı muteber olduğunu dile getirmiştir (bkz. Haskefî, ed-Dürrü’l-Muhtâr, s. 145). el-Haskefî olarak bilinen ve bu eseri şerh eden Alâüddîn Muhammed b. Alî ed-Dımaşkî (ö. 1088/1677) Timurtaşî’nin ale’l-mezâhib ifadesini alâ zâhiri’l-mezheb şeklinde yorumlamış ve Hanefî fakihlerinin çoğunluğunun bu görüşte olduklarını vurgulamıştır (Haskefî, a.g.e., s. 145).
Son dönem Hanefî fakihlerinin önde gelenlerinden İbn Âbidîn Muhammed Emîn b. Ömer (ö. 1252/1836) bu eseri tahşiye etmiş, “alâ zâhiri’l-mezâhib” ifadesini açıklarken de, ihtilâf-ı metâli‘in kozmik bir olgu oluşu noktasında âlimler arasında herhangi bir ihtilaf bulunmadığını, ancak doğurduğu fıkhî sonuçların tartışma konusu olduğunu belirtmiş; ardından ihtilâf-ı metâli‘ konusundaki iki temel görüşü serdettikten sonra, ikinci olarak verdiği ihtilâf-ı mâtâli‘e itibar olunmayacağı görüşün “zâhirü’r-rivâye olduğunu, Hanefîler’de, Mâlikiler’de ve Hanbelîler’de mutemet kabul edildiğini” vurgulamıştır (bkz. İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, II, 393).
Hanefî mezhebinin klasik sonrası döneminde çok etkili bir âlim olarak tanımlanan Ebü’l-Berekât Abdullah b. Ahmed en-Nesefî (ö. 710/1310) de Hanefî doktrininin temel metinlerinden olan Kenzü’d-dekâik’de ihtilâf-ı metâli‘e itibar olunmayacağını söylemiştir (bkz. Osman ez-Zeylaî, Tebyînü’l-hakâik Şerhu Kenzi’d-dekâik, I, 321). Kenzü’d-dekâik’in şârihlerinden İbn Nüceym Zeynüddîn b. İbrâhîm el-Mısrî (ö. 970/1563) onun bu görüşünü şu şekilde değerlendirmiştir: “Bir beldenin halkı şer‘î usûle uygun olarak hilâli görse, diğer bir beldenin halkı da görmese, onların görmüş olması sebebiyle oruç tutmak görmemiş olanlara da farz olur. Batıda bulunanlar hilâli görmüşlerse onların görmüş olmaları doğudakileri bağlar. İhtilâf-ı metâli‘e itibar edilmesi gerektiğini söyleyenler de olmuştur.
Bu görüşü dile getirenlere göre eğer hilâlin doğduğu yer farklılık gösteriyorsa bir beldede hilâlin görülmüş olması diğer belde halkını bağlamaz. Bu görüş de kayda değerdir. et-Tebyîn’de de bu şekildedir. Ancak ihtilâf-ı metâli‘e itibar olunmayacağı zâhirü’r-rivâyedir ve ihtiyata daha uygundur (Osman ez-Zeylaî’nin Tebyînü’l-hakâik’de Nesefî’ye itiraz etmek suretiyle bu görüşü savunduğu dile getirilmektedir ki Zeylaî’nin bu görüşü ihtilâf-ı metâli‘e itibar edenler başlığı altında değerlendirilecektir.). Fethu’l-kadîr’de bu şekildedir. Bu görüş zâhirü’l-mezhebtir. Fetva da buna göredir” (bkz. Zeynüddîn İbn Nüceym, el-Bahru’r-râik, II, 290).Zeynüddîn İbn Nüceym’in talebesi ve küçük kardeşi olan Sirâcüddîn İbn Nüceym Ömer b. İbrâhîm el-Mısrî (ö. 1005/1596) de aynı görüşü aktarmıştır (bkz. Sirâcüddîn İbn Nüceym, en-Nehrü’l-fâik şerhu Kenzi’d-dekâik, II, 14).
İbnü’l-Hümâm (ö. 861/1457),“Mısır’da hilâlin görülmüş olmasının diğer Müslümanları da bağlayacağını, yani doğu bölgelerinde yaşayan Müslümanların hilâli görmüş olmalarının daha batıda bulunan Müslümanlar için de bağlayıcı olacağını” zâhirü’l-mezheb görüş olarak takdim ettikten sonra devamla şöyle demiştir: “Denilmektedir ki hilalin matla‘ının değişmesine göre oruca başlama da değişiklik gösterir. Çünkü sebep kamerî ayın kendisidir. Bir bölgedeki Müslümanlar hakkında ru’yetin sübût bulması ihtilâf-ı metâli‘ sebebiyle başka bölgedekiler için bağlayıcı olmaz.
Bu şunun gibidir: Bir bölgede zevâl veya gurûb vakti gerçekleşse ve bir başka bölgede de gerçekleşmese o zaman öğle veya akşam namazı birincilere farz olur, ikincilere olmaz. “Oruca başlayın!” sözünde hitabın umûmîliğinin “hilali (ramazan hilali) görünce” sözündeki ru’yetin mutlak oluşuna bağlanmış olması, ihtilâf-ı metâli‘e itibar etmeyenlerin gerekçesidir. Nitekim bir topluluk tarafından ru’yetin gerçekleşmiş olması, ru’yet olarak isimlendirilen olgunun gerçekleştiğini gösterir. Böylelikle de hükmün umûmîliği gerçekleşmiş tahakkuk etmiş olacaktır. Öğle ve Akşam namazlarının sadece zevâl ve gurûb vakitlerinin gerçekleştiği yerlerde farz olacağı hükmünün aksine orucun farz oluşu herkes için geçerli olmuş olur. Çünkü Şâri‘in hitabına bakıldığında -Allah bilir ya- namaz vakitleri konusunda hükmün umûmîliği mutlak bırakılmamıştır”(bkz. İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-kadîr, II, 313, 314)
Osmanlı âlimi ve fakihi İbrâhîm b. Muhammed el-Halebî (ö. 956/1549) de ihtilâf-ı metâli‘ konusunda görüş beyan edenlerdendir. Kudûrî’nin el-Muhtasar’ı ile el-Muhtâr, Kenzü’d-dekâik ve el-Vikâye gibi Hanefî fıkhının meşhur metinlerine dayanan eseri Mülteka’l-ebhur’da söz konusu tartışmalara değinmiş ve görüşünü beyan etmiştir. O bu eserinde ihtilâf-ı metâli‘e itibar olunmayacağını vurgulamış, itibar olunacağına dair görüşü ise “kîle” sîgası ile nakletmiştir (bkz. Şeyhîzâde, Damad Efendi, Mecma‘u’l-enhur fî şerhi Mültekâ’l-ebhur, I, 239). Bu eseri şerh eden Şeyhîzâde (ö. 1078/1667) her iki görüşü açıklamakla iktifa etmiş, el-Halebî’ye bir itirazda bulunmamıştır.
Hanefî fakihi Şemsüddîn Muhammed b. Hüsâmiddîn el-Kuhistânî (ö. 962/1555) Hanefî mezhebinde “mütûn-i erbaa” diye anılan dört muteber kitaptan biri olan Tâcüşşerîa’nın Vikâyetü’r-rivâye’sine Sadrüşşerîa’nın yazdığı en-Nukâye adlı muhtasarın şerhi olan Câmi‘u’r-rumûz’da mezhebin yerleşik görüşünü net bir şekilde ortaya koymuş ve şöyle demiştir: “İttihâd-ı metâli‘e de ihtilâf-ı metâlie‘ de itibar olunmaz, bu (itibar olunmayacağı görüşü) zâhirü’r-rivâyedir” (bkz. el-Kuhistânî, Câmi‘u’r-rumûz şerhu Muhtasari’l-Vikâye el-müsemmâ bi’l-Nukâye, PDF Nüshası, s. 197). İhtilâf-ı metâli‘e itibar olunmadığı gibi ittihâd-ı metâli‘e de itibar olunmadığını vurgulayan bu ifadeler, yerleşik görüşte ru’yet-i hilal olgusunun hiçbir şekilde hilalin matla‘ları ile birlikte ele alınmadığını göstermektedir ki, bu durum; günümüz fakihlerine “aynı şer‘î gecede buluşma” teorisinin bile ötesinde bir hareket alanı açmaktadır.
Hasan b. Ammâr eş-Şürünbülâlî (ö. 1069/1658), Dürerü’l-hukkâm’ın hâşiyesinde -yeri geldiğinde ifade edileceği üzere ihtilâf-ı metâli‘ konusunda göreceli bir bakış açısı ortaya koyduğu anlaşılan Molla Hüsrev’in aksine- ihtilâf-ı metâli‘e itibar edilmeyeceğini dile getirmektedir. O bu görüşün zâhirü’l-mezheb olduğunu ve fetvanın buna göre olduğunu vurgulamaktadır (bkz. Molla Hüsrev, Dürerü’l-hukkâm şerhu Gureri’l-ahkâm, I, 201). eş-Şürünbülâlî, aynı yaklaşımını Nûru’l-îzâh ve Necâtü’l-ervâh’ta da sürdürmüştür. Tahâret, namaz ve oruç konularına dair bu eserde –müellifinin de önsözde kaydettiği üzere- mezhepte ehl-i tercih sayılan âlimlerin sahihliğini kesin bir şekilde belirttiği görüşler esas alınmıştır.
Bu eserde müellif şöyle demektedir: “Bir ülkede hilal tespit edildiğinde zâhirü’l-mezheb’e göre diğer ülkelerdeki insanlar için de oruç sabît olur. Fetva da buna göredir.” (bkz. Şürünbülâlî, Nûru’l-îzâh ve necâtü’l-ervâh, s. 130). eş-Şürünbülâlî bu düşüncesini Nûru’l-îzâh’ı şerh etme sadedinde telif ettiği Merâkı’l-felâh bi-imdâdi’l-fettâh’da açıklamıştır. (bkz. Şürünbülâlî, Merâkî’l-felâh şerhu mütüni Nûri’l-îzâh, s. 243, 244). Bu eseri tahşiye eden Ahmed b. Muhammed ed-Dûkâtî et-Tahtâvî de (ö. 1231/1816) aynı görüştedir. (bkz. Tahtâvî, Hâşiyetü’t-Tahtâvî alâ Merâkı’l-felâh, s. 656).
Yarın da imkân olduğu ölçüde ihtilâf-ı metâli‘e itibar olunmaz diyenlerin öne sürdükleri deliller üzerinde duralım..