Safvet Senih | samanyoluhaber.com
Sağlam Konsantrasyonla
Bir önceki yazımızda Kur’an’dan âlimlerin asla doyamadığı konusu üzerinde durmuştuk. Bugün de bu konuya inşaallah devam edeceğiz: Bu hususta M. Fethullah Gülen Hocaefendi diyor ki:
“Eğer Kur’an-ı Kerim’i okuyan bir insan, bütünüyle kendisini ona verir ve SAĞLAM BİR KONSANTRASYONA girebilirse, o enbiya-i izamla (büyük peygamberlerle) sohbet ediyor, hatta tabiat ötesinin sesini dinliyor gibi olur. Ben bazılarının bazı durumlarda ZAMAN ÜSTÜ bir hâl aldıklarına inananlardanım. Onların Kur’an sayesinde enbiya-i izâmla sohbet ettiklerini büyük sahabelerin meclisine girip oturduklarını, his ve şuur dünyalarında on dört asır önceye gittiklerini düşünür ve hallerine imrenirim. Buna farklı bir zaviyeden Üstad da işaret eder. Evet bazen insan, Cibril-i Emin’in soluklarını kulağının dibinde duyabilir. Bazen de ‘kemmiyetsiz- keyfiyetsiz’ Mütekellim-i Ezeli’yi (Ezelî Kelma Sahibi Cenab-ı Hakkı) dinliyor gibi olabilir. Binaenaleyhn Allah’tan dinleyen veya aradaki mükalemeye aynı zamanında şahit olan bir insan ondan nasıl doyar ki?
“Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de tarihi vakalar, karakteristik olarak öyle büyülü anlatılır ki, insan kendini çağlar ötesi âlemlerde dolaşıyor gibi hisseder. İşte bu yönüyle de Kur’an, doyulamayacak bir zenginlik sergiler. Ben şahsen, Kur’an-ı Kerim’in bu yönüyle tam tahlil edildiği kanaatinde değilim. Benim görebildiğim kadarıyla, Kur’an’da değişik vakalar anlatılırken, anlatış tarzı ve verdiği KOORDİNATLARLA o vaka kahramanlarını aynıyla hayallerinizde resmedebilirsiniz. Mesela o, Hz. Nuh’un kavmi ile alâkalı konularda konuşurken, (Hûd Suresi, 11/25-49; Müminûn Suresi, 23/23-30; Şuara Suresi, 26/105-121; Nuh Suresi, 71/1-128)âyetlerde o kavmin sesini, soluğunu duyuyor gibi olur ve onu diğer toplumların üslûb ve edâsından ayırt edebilirsiniz. Hz. Nuh’un kavmi ile konuşma tarzı, Hz. İbrahim’in kavmi ile konuşma (Bakara Suresi, 2/258; En’am Suresi, 6/74-83) âyetlerinin tarzından çok farklıdır. İkincisi size biraz daha medenî, biraz daha tarih berisinde yaşayan insanlar gibi gelir. Hz. Musa’yı kavmi ile aralarındaki muhâvere ve konuşmalarında (Bakara Suresi, 2/54-71), onlara inen âyetlerde ve kavminin beyanlarında veya Firavun’un konuşmalarının dile getirilmesinde (Âraf Suresi, 7/103-141) âyetlerinde sımsıcak veya sopsoğuk o hissiyat farklılıklarını duyabiliriz; duyabilir ve bunların Hz. İbrahim ile Allah arasında geçen konuşmalara (Bakara Suresi, 2/260) hiç de benzemediklerini hemen anlarız.
“Edebiyat tarihinde Şekspir belli ölçüde bu hususa kapı aralamış sayılabilir. Onu Hamlet’inde, Romeo-Julyet’inde takip ettiğiniz zaman âdeta mazinin hortlaklarının konuştuğunu duyar gibi olursunuz. O sizi üslûbunun sihriyle çeker tâ o dönemlere götürür ve hem konuşma tarzı, hem de üslubuyla sizi bilmediğiniz esrarlı âlemlerde gezdirir.
“Vicdanın zaman üstü ufkuyla Kur’an-ı Kerim’in bu derinliği her zaman sezilebilir. Ancak, onun bir de bu zaviyeden tahlile tabî tutulmasında zaruret vardır. Merhum Seyyid Kutub o kapıyı yer yer aralıyor gibi olsa da net bir şey yaptığı söylenemez. “Fî Zılal” tefsirine bakıldığında yer yer bu tür tahlillere girdiği görülür, ancak ciddi olarak bu husus üzerinde durmadığı da bir gerçektir. Biraz edebiyat ufku olanlar, az da kelimelerin karakteristik yanlarıyla yerinde kullanılmasına vâkıf iseler, hem vakaî tarihine, hem kavimler tarihine, hem de peygamberler tarihine baktıklarında, zannediyorum geçmişe ait o sesi-soluğu, kendi karakteristik derinlikleriyle ve renkleriyle hissedebilir ve hiçbir edibin eserinde bulunmayan bir zevki duyabilirler.
“Kemâl-i samimiyetle arz etmeliyim ki, Kur’an’ın Türkçesinden bu hazzı almamız mümkün değildir. Şekspir, Goethe ve Tolstoy’un Türkçelerinde orijinal metinlerdeki ruh, mânâ ve zevki duymak mümkün olmayınca, Allah’ın kitabını Türkçe çeviriden duyup anlamamız nasıl mümkün olacaktı?!.
“Kur’an-ı Kerim’in lâfızları, Üstad’ın tabirine göre, bir urba değildir. O lâfızları cilttir, deridir. Onu soyduğunuzda, muvakkaten bir tazelik hissetseniz de, bu uzun sürmeyecek; sevimsiz bir hâl alacak, sizi ürkütecek, kaçıracak ve nazarınızda fevakalâde sevimsiz görünecektir. Hatta denebilir ki, tercüme meraklılarının gizli niyetlerinde, Kur’an-ı Kerim’in o sihirli derinliklerini sığ göstermek ve bu kabil tercümelerle avamîleştirip milleti ondan soğutmak için bir kasıt, bir gayenin var olduğu her zaman söylenebilir. Kur’an, mealle ifade edilmesi şöyle dursun, Allame Hamdi Yazır’ın tefsiri gibi en müdakkikane eserlerde bile –hiç mübalâğa yapmadan söyleyeceğim. Kur’an’ın semâviliğinin yarısından çoğu gitmiştir. Bana göre bu yine de iyimser bir yaklaşımdır. Onun, doğrudan doğruya Allah kelimeleri ile ifade edilişinde, tarifleri aşan ve zevk edilip ama söylenemeyen öyle füsunlu bir boyutu vardır ki, ne zaman o kendi diliyle ifade edilse insan büyülenir.
“İşte bu enginlikteki Kur’an’a elbette ki, âlimlere doyamayacaktır. Hangi âlimler? Kur’an’ın dini ilimler ve müsbet fenlere taallukunu, zâhirini, bâtınını şucununu, güsununu (dallarını budaklarını), kalbin, vicdanın, sırrın; hafinin, ahfânın esrarını, eşyanın perde önünü, perde arkasını, mülkü, melekûtu bilecek ve nazarını şehadet âlemi ile gayb âlemi arasında gezdirebilecek âlimler…
“Bir de bu arada, eğer gerçekten tam bir KONSANTRASYON söz konusu ise –ki onu biz Kur’an kendisine inmiş gibi okumak şeklinde anlıyoruz- peygamberlik meselesine müteallik hususları müstesna kabul edip, o asliyete tebaiyet mülâhazası ve o muayyeniyete tecrit tavrıyla insan.
“Ey örtüsüne bürünen! Kalk ve (insanları) uyar!’ (Müddesir Suresi, 74/1-2) âyetini, herkes kendine göre aynen duyabilir; duyabilir de, inancının, onun içinde renklendirdiği sözler karşısında: ‘Acaba bu ses tavandan mı duvardan mı yoksa, zeminden mi geldi, veya vicdanımdan mı yükseldi, yoksa Kur’an’ın derûnundaki kendi sesi midir bu?’ der ve hayretler yaşar. Evet insan, tam bir KONSANTRASYON ile kendini Kur’an’a verdiği zaman bunu açık duyabilir. Aksine âhizesi (almacı) iyi olmayan bir insan, gönderme ne kadar güçlü de olsa bir şey alamaz. Tabiî almacı olup da FREKANSI bulamayan da alamaz. Frekansı bulup da tam kalibrasyon yapamayan kimse de alamaz. Bir de havada şerâreler varsa ve bu almaç o şerarelerin altında ise yine onu alamaz. İnsan, sürekli bir bekleyişle, sürekli volüm ayarlayarak O’nu yakalamaya çalışmalı ve hep ona yönelik bulunmalıdır. Unutmamak lazım ki ancak ki ancak teveccühe teveccüh olur.. bakarsanız bakarlar size. Yani insan da tıpkı günebakanlar gibidir. Yüzü Ona yönelik olduğu sürece ondan istifade eder; eğer O’ndan gelen ŞUALAR kesilirse, O da kapanır. Ve kapanında da hiçbir şey alamaz. Rabbim hepimize O Kur’an’ın ruhuna mahsus derinliği, neşveyi duyursun, ibadetler üstü ibadetler sayılan O’nu okumaya karşı içlerimizi aşk ve şevkle coştursun!