AHMET KURUCAN - TR724.COM
1985 yılında Ankara İlahiyat fakültesinden mezun oldum. Bir yıllığına tefsir, fıkıh, hadis ve kelam dersleri almak üzere Hocaefendi’nin yanına gittim. İlk bir araya gelişimizde bir yıllık eğitim ve öğretim sürecimizde okuyacağımız kitapları belirledik. Arz ve takrir usulünü takip edeceğiz. Klasik Osmanlı medreselerinde takip edilen iki usulün adı arz ve takrir. Arz talebenin hocasına dersi anlatması, takrir de tersi.
Yeri gelmişken karşıma çok çıkan bir soruya cevap vereyim; hangisi olursa olsun, bu iki usulle ders okuma, eğitim yapma, tahsilde bulunma, mevcudu yeniden keşif manası taşımaz mı? Literatürdeki ifadesiyle bu, hasıl-ı tahsil değil, malumu i’lam değil mi? Elbette öyle. Ama en kapsayıcı ifadesiyle geleneği bilmeden yeni şeylerin üretilmesi mümkün mü? İlahiyat fakültelerinde ise başta isimlerini saydığım İslami ilimler alanında 14 asırlık geleneği talebeye öğretecek ne bir sistem ne de yeterli zaman var. Dolayısıyla herhangi bir sahada söz sahibi olmak isteyen kişinin yapacağı ilk şey, seçmiş olduğu alanda oldukça derin ve engin, diğer alanlarda da ansiklopedik malumata sahip olmasıdır.
Hocaefendi’nin bir yıllığına diye başlayıp yaklaşık üç yıl devam eden okumalarda bize en başta verdiği şey, işte bu gelenek bilgisiydi. Evet doğru, hasıl-ı tahsil’di, malum-u ilam’dı ve mevcudu yeniden keşif idi ama gerekliydi. Gerekliydi çünkü biz İlahiyat fakültesi mezunu olmamıza rağmen hasılın, malumun ve mevcudun cahiliydik, gafiliydik. Şu unutulmasın; bu yola giren herkes için bugün de gereklidir, yarın da gerekli olacaktır hasıl-ı tahsil.
İkincisi; bu tarz bir tahsilde hocanın kapasitesi, talebenin ilgisi, öğrenme ve öğretme işini çok daha ileri seviyelere taşıyabilir. Eleştirel düşünceyi merkeze koyacak bir bakış açısı, hasıl-ı tahsil esnasında birçok sorulara kapı açar. Verilecek cevaplar, karşılıklı mütalaa, müzakere ve tartışmalar taassubâne mevcudun tekrarı yerine, onları da nazara alarak yeni içtihadı yaklaşımlarla zenginleştirilir ve İslami bilginin yeniden üretilmesi gerçekleşir.
Ben Hocaefendi ile olan birlikteliğimizde bu ufku yakaladığımızı söyleyebilirim. Talebe olarak bizlerin gerek kapasitesi gerek merakı ve gerekse hoca-talebe arasındaki mehabet kokulu mesafeden dolayı bu sonucu gerçekleştirecek adımları her daim attığımız, her dersimizin bu çerçevede geçtiği tam anlamıyla söylenemese de, Hocaefendi’nin ufku ve öğretme aşkının bu açığı kapattığını söyleyebilirim.
Nitekim kitap seçimi yaptığımız ilk oturumda bizlere söylediği şu şey benim hem kulağımda küpe hem de ilmi düzlemde bakış açımı belirleyen bir ölçü hükmündedir. Mealen arz ediyorum; sizlerle bu kitapları okuyacağız. Ayet yorumları, hadis şerhleri, fıkhi içtihatlar, kelami düşünceler bunlar. Bazen olacak, okuduğumuz şeylere itirazlar edecek ve kendi düşüncelerimi söyleyeceğim. Her defasında bana neden diyebilirsiniz? Delilin ne, kaynağın nedir diye sorabilirsiniz. Bütün bu okumalarımızda sizden septizmi meslek edinmeden septist olmanızı istiyorum.”
Hocaefendi’nin daha ilk derste bize verdiği ufuk buydu. Kaldı ki ilim tahsilinin ilk adımı değil midir şüphe? Ama bunu yukarıda da ifade ettiğim gibi tam anlamıyla hayata taşıdığımızı söyleyememem. Dün de, bugün de. Tabii bu benim görüşüm. Aynı halkada ders oturduğumuz arkadaşların farklı düşünceleri olabilir. Saygıyla karşılarım.
Pekala neden yazıya böyle bir hatırayı paylaşarak başladım?
Hocaefendi’nin İslami ilimleri okuturken kendini konumlandırdığı yeri görmenizi sağlamak istedim. 1985 yılında böyle düşünüyor ve böyle diyordu. Hasıl-ı tahsil ederken yapacağım itirazlar, söyleyeceğim yeni düşünceler itiraza, müzakereye, tartışmaya açıktır diyordu. Kaynak ve delilin nedir demesini başka türlü izah edemezsiniz. Bu aynı zamanda üretilmiş bilginin mutlak doğru, yegane hakikat olmadığının kabulüdür. İçtihadı bilgidir, kabule de redde de açıktır demektir ki İslami literatüre vakıf olan herkesin bildiği gibi, doğrusu da budur.
Şimdi buradan başka bir noktaya hareket edeceğim. Bir başka hatıra bu. 90’lı yılların başı. Ders okuduğumuz yıllarda almış olduğum notları faydalı olacağı ümidiyle kitaplaştırmayı düşündüm. Tamamıyla iktibaslardan müteşekkil ve konusuna göre kısa ve uzun olarak aldığım notları yazdım. Genelleme ve indirgemeci yaklaşımlara konu olabilecek, siyak-sibak bütünlüğü bozulduğunda ve özellikle ortam bilgisi sunulmadığında bilginin mahiyetinin bütünüyle değişeceğini tahmin ettiğim yerler de oldu. Bu durumu aşmanın yolu ya dipnotlara yazacağınız ilave bilgiler ya da konuşmaların yapıldığı tarihi belirtmek olduğunun idraki içindeydim. Kitap Hocaefendinin tashihinden geçip kendi adıyla yayınlanacağı için en uygun yolun tarih koyma olduğunu düşündüm ve uzun-kısa demeden yaptığım her iktibasın altına o sözlerin söylediği tarihi koydum. Kaldı ki bu bilginin mutlaklaştırılmasını da engelleyecek en etkin yoldu. Maalesef başarılı olamadım. O dönemde yayınevinin başında bulunup karar mercii pozisyonunda bulunan yetkililer koyduğum o tarihleri çıkardı.
Neden? Kendilerine sormak lazım.
Bir şey demek istemiyorum. Sadece bir tahinimi söyleyebilirim; Hocaefendi’yi zihin dünyalarında koydukları yer. Bu yerde yazılarının konuşmalarının muhtevasındaki enginlik, derinlik ve kapsayıcılıktan hareketle böyle düşünmüş olabilirler. Ama Hocaefendi’nin her yazısı, her konuşması bu çerçevenin içine girmiyor ki? Zamanının çocuğu olarak zamanın içinden zamana, hadiselerin içinden topluma konuşuyor Hocaefendi. Bu manada hitaptır yazdıkları ve söyledikleri; kitap değil.
Kaldı ki ben aynı teklifi Çağ ve Nesil veya Ruhumuzun Heykelini Dikerken yani Sızıntı ve Yeni Ümit dergilerinin baş yazılarının kitaplaştırıldığı seri kitaplar için de söylemiştim. O teklifim de kabul görmedi.
Geçenlerde bir grup arkadaş ile muhabbet ederken bir yazının kaleme alındığı tarih soruldu müzakere esnasında. Ve birisi keşke bu yazıların yazıldığı ve yayınlandığı tarihler yazılsaydı; düşünce çizgisini değişmesini, ilerlemesi ve gerilemesini veya istikametini daha net görürdük dedi. Aynıyla katılıyorum. Son tahlilde üretilmiş beşeri düşünceden bahsediyoruz. Burada arka plan şartlarına bağlı olarak değişme de, gelişme de, istikamet de olur. O atmosferde ben yukarıda okuduğunuz şeyleri anlattım. Yazsan bunu dediler. Bu yazının kaleme alınma nedeni odur.
Teklifim şu; şimdiye kadar yapılmadı, hiç olmazsa bundan sonraki baskılarda yapılsın. İnsanlar o sözün hangi tarihte söylendiğini bilsin. O tarihte var olan arka plan şartları ile yazılanları zihninde birlikte mütalaa etsin. Böyle bir arka plan bilgisi hem yazının daha iyi anlaşılmasına sebebiyet verecek hem de yorumlara ayrı bir zenginlik katacaktır. Hocaefendi için de çok iyi olacaktır bu. Alemlere rahmet olarak gönderilmiş Hz. Peygamber (sas) hariç, kim olursa olsun hiçbir beşerin yüklenemeyeceği bir yükü de yüklenmemiş olacaktır. Bildiğim kadarıyla kendisi de zaten böyle bir şey istememektedir. Aksi bir yaklaşım en başta sözü söyleyene zulümdür. Gelin bu zulümden Hocaefendi’yi kurtaralım.