Fethullah Gülen Hocaefendi'nin haftanın Bamteli sohbeti Herkul.org'ta yayınlandı...
Hocefendi bu sohbetinde de Hizmet Gönülllerine önemli mesajlar verdi...
Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in vilâdeti, insanlığın yeniden doğumu demektir; ruhlar, O’nu derinlemesine duymaları ölçüsünde nevbahara ermişlerdir/ereceklerdir!..
Mekke, uzun zaman kuraklığa maruz kalmış. Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti, tecessüm etmiş şekilde, “Muhammed” (sallallâhu aleyhi ve sellem) ismiyle, yeryüzüne inince, -çünkü O, “rahmeten li’l-âlemîn!..”- o kurak arazi, yeniden bir bahar neşvesi içinde yeşermiş. Fakat tohum saçmak, Allah’ın muradına göre orayı güzelleştirmek, bir bahçeyi tımar ediyor gibi tımar etmek, dikenlerini kesmek/yok etmek, güllere “Buyurun!” demek çok kolay olmamış. İnsanlığın İftihar Tablosu, on üç sene orada ızdırap çekmiş; Medine-i Münevvere’ye gitmiş -Estağfirullah!- teşrif buyurmuş, yedi-sekiz sene de orada… Mekke yine kurak, yine kurak, yine kurak!..
O (sallallâhu aleyhi ve sellem) oraya şeref-kudûm buyurunca, adım atınca, orası da birden bire yeşermeye başlamış; O’nun nübüvvetini duymak suretiyle yeşermeye başlamış. Onlar da yeniden dünyaya geliyormuş gibi dünyaya gelmişler. Bir sözde ifade edildiği gibi, “O’nun vilâdeti, insanlığın yeniden vilâdeti demektir!” Zira O, dünyaya teşrif etmeden evvel, insanlık, insanlığından çok uzaktı; habersizdi Cenâb-ı Hakk’ın onu yaratmasındaki gayesinden. O (celle celâluhu) yaratırken, “İns ve cinni, Bana kulluk etsinler diye yarattım!” (Zâriyât, 51/56) buyurmuştu; İbn Abbas hazretlerinin yorumuyla, “Beni bilsinler, tanısınlar ve Bana kulluk etsinler.” diye. Fakat insanlık, bu hakikatten habersizdi, gafildi, bigâneydi.
O (sallallâhu aleyhi ve sellem), yollar vurdu, değişik değişik yollar vurdu. Ana damarlar açtı Allah’ın izniyle ve kollateraller açtı; biri tıkanırsa diğeri, diğeri tıkanırsa diğeri. “Allah’a karşı yollar hep açık olsun!” dedi, Allah’ın izniyle. O’nun açtığı o yollar, o damarlar sayesinde, mesele, ani’l-merkez açılım ile -makas gibi- bugünlere kadar geldi, dayandı.
Ama kuraklık, tenâvübî (sırayla, nöbetleşerek) olur esasen. “Böylesi (tarihî ve önemli) günler ki, Biz onları, Allah gerçekten iman etmiş bulunanları ortaya çıkarsın ve sizden (hakka ve imanın hakikatine) birtakım şahitler edinsin diye insanlar arasında döndürür dururuz.” (Âl-i Imrân, 3/140) Günler, Cenâb-ı Hakk’ın emriyle, meşîetiyle, iradesiyle, kapı kapı dolaşır, bir yönüyle; bir gün birine bahar, ertesi gün birine bahar; bir gün birine hazan, ertesi gün birine hazan… Bütün bunlarda şart-ı âdî planında insan iradesini görmezlikten gelmek, mutlak cebrîlik olur. İradeyi görmezse determinizme girmiş olur insan ama “insanın iradesi” şart-ı âdî planında bir esastır. Allah, o damlaya deryayı bahşeder, o zerreye güneşleri lütfeyler. Hazreti Pîr’in dediği gibi, “Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudatı umumen isterim.”
Evet, zerre halimiz ile bizler o kâinatları, güneşleri, sistemleri, bütün Samanyolu’nu, Samanyolu gibi milyonlarca galaksiyi talep ediyoruz. Öyle o küçük irade ile istediğimiz zaman da Allah (celle celâluhu) lütfeder; öbür tarafta insanlara mağrip-maşrık arası hususî mekânlar tahsis buyurur. Çünkü orası “kudret dairesi”, orada “Ol!” deyince, hemen, ânında her şey oluverir. Burada ise, sebepler meseleyi bir yönüyle imhâl ettirir.
Geriye dönelim: Şimdi İslam dünyası, bir kuraklık yaşıyor. Varsın birileri bir yer hakkında kendilerine göre “Bağa-bahçeye çevirdik!” desinler!.. Fakat kuru teselli; bağışlayın, demagoji, diyalektik. Hiçbir şeyden haberi olmayan, sürü gibi, yalancı sözler arkasından sürüklenip giden kimseler, bu yalanlara kansalar bile, Mele-i A’lâ’nın sâkinleri, acı acı tebessüm ile karşılıyordur bunu. Mele-i A’lâ’nın sakinleri ile aynı duyguyu yeryüzünde paylaşan insanlar da acı acı tebessüm ile karşılarlar onu. “Her yer çok mükemmel; güllük-gülistanlığa döndü!” Heyhat, nerede o?!.
“Ey kupkuru çölleri Cennetlere çeviren Gül / Gel, o bayıltan renginle gönlüme dökül // Vaktidir, ağlayan gözlerimin içine gül / Ey kupkuru çölleri Cennetlere çeviren Gül!..” Yeniden her şey O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhlarda derinlemesine duyulmasına kalmıştır. Onu duyduğunuz zaman, O da sizin o iç duyuşunuza icâbet buyurur; davetiye gibi kabul eder, ruhu ile gelir, manasıyla gelir, mesajıyla gelir; siz farkına varmadan, kalbleriniz paylaşır O’nunla o duyguyu, o yüksek duyguyu paylaşır.
Yılmayın, sinmeyin, tökezlemeyin, düşmeyin; belki bir anlık sarsılabilirsiniz ama asla devrilmeyin; unutmayın, siz katiyen yıkılmayacak sütunlara dayanmışsınız!..
“Bir bahçe ki görmezse terbiye-tımar / Çalı-çırpı sarar, hâristan olur!” Birkaç asırdan beri terbiye görmeyen bağ ve bahçe, çalı-çırpının sardığı bir hâristana dönmüştür. Fakat bu koskoca hâristan, Cahiliye döneminde olduğu gibi, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) o tertemiz solukları ile birden “bağistan”a döner, “bostan”a döner, “gülistan”a döner. Bunlar, Zengi Türklerinin yazdıkları Farsça kitapların adları. Evet, dünyanızın yeniden öyle bir bağistan olmasını istiyorsanız, bence şart-ı âdîdir insanın O’na teveccühü.
Nerede biz, nerede bizim teveccühümüz; nerede O’nun teveccüh-ü tâmmı?!. Fakat olsun!.. O virdlerde hep ifade edildiği gibi, sultanlar, insanları davet ettiğinde, bir tufeylî de onların arasında gelebilir; “Yaramaz, sen de gel!” derler. Kendimize öyle bakarak, adımlarımızı öyle atarak, bir Sultan’a doğru yürüyoruz. Deriz: Teveccüh, teveccüh doğurur; bakarsanız, bakarlar! Siz, kendi dar bakışınız ile bakarsınız; fakat onlar, nâmütenâhî engin bakışlarıyla bakarlar. Ve onlar bakınca da, birden bire hâristan bağistan olur, gülistan olur.
“Tecellâ-yı cemalinden Habîbim nevbahar âteş / Gül âteş, bülbül âteş, sümbül âteş, hak ü hâr âteş.” Sineler, O’nun muhabbeti ile bir ateş gibi. Bu sözler, Es’ad Efendi hazretlerinin. Sineler, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) sevgisi ile, aşkı ile bir kor gibi yandığı zaman, O, o yangını söndürmek için gelir. Ve gözlerinizden bir dönemde hüzün yaşları dökülmesine mukabil… Dökün onu da, o hüzün gözyaşlarını da dökün; çünkü bela ve musibet ateşini söndürecek, odur. Ondan sonra da sevinç gözyaşları dökersiniz. Sizden sonra gelecek nesiller adına o hâristan, bağistan olarak devam eder, Allah’ın izni ve inayetiyle. Tereddüdünüz olmasın!..
Ye’se düşmeyin; “Yeis, mâni-i her kemaldir!” diyor Çağın sözcüsü. Mehmet Akif de, “Ye’s öyle bataktır ki; düşersen boğulursun. / Ümîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun! / Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar; / Me’yûs olanın rûhunu, vicdânını bağlar.” der. Gerçi onun dediği bazı şeylerden dolayı da bazen insanın içinde yeis hâsıl olabilir. Ezcümle: “‘Ne gördün, Şark’ı çok gezdin?’ diyorlar. Gördüğüm: Yer yer, / Harap iller; serilmiş hânümanlar; başsız ümmetler // Yıkılmış köprüler; çökmüş kanallar; yolcusuz yollar; / Buruşmuş çehreler; tersiz alınlar; işlemez kollar / … / Geçerken, ağladım geçtim; dururken, ağladım durdum; / Duyan yok, ses veren yok, bin perişan yurda başvurdum.” Başka bir yerde de şöyle diyor: “Kendi feryadımdır ancak ses veren feryadıma! / Kimseler yok âşinâdan, yârdan hâli diyar. / ‘Nerde yârânım?’ dedikçe ben, bülent âvaz ile.. / ‘Nerde yârânım!’ diyor vadi, beyâbân, kühsâr…” Bu, zannediyorum, bizim gibi uykuya dalmış insanları uyarmaya matuf bir ezan sesi!.. Öyle deyin!
Derlenir, toparlanırsanız, Allah, derlenip toparlanmanıza hız katar birden bire. Siz dörde ayarlanmış bir vites ile gidiyorsunuz; hiç farkına varmazsınız, bakarsınız birden bire vites, sekize yükselmiş, on altıya yükselmiş, -Var mı öyle bir vites?- otuz ikiye yükselmiş. Allah’ın (celle celâluhu) rahmeti, her şeyden daha geniş: ??Rahmetim, gazabımın önündedir.” “Rahmetime gelince, o her şeyi çepeçevre kuşatmıştır.” (A’raf, 7/156) Allah’ın rahmeti, her şeyden vâsi’dir, her şeyi kuşatmıştır; O “ilm”iyle her şeyi kuşattığı gibi, “rahmet”iyle de her şeyi kuşatmıştır.