Ligtv'nin
Başkent Gündemi'ne konuşan Aykut
Kocaman, bugüne kadar böyle net, böyle sert, böyle hedefini vuran sözleri hiç kullanmamıştı.
Aykut Kocaman, yaptığı açıklama tek bir isim bile vermedi, ama Türk
futbolundaki hemen herkesi ağır biçimde eleştirdi, zihinlere yerleşen bakış açılarını yerden yere vurdu. Kocaman'ın
teknik direktörler, gazeteciler, eski
futbolcular, başkanlar ve
yöneticiler ile ilgili yaptığı açıklamaları çok kişiyi rahatsız edecek.
İşte, Aykut Kocaman'ın birbirinden ilginç açıklamaları;
- Aykut hocam, biraz geçmişe gitsek, anıları tazelesek, futbolculuk döneminize uzansak, çok anılarınız vardır ama gözünüzü kapatıp şöyle düşündüğünüz zamanlar, net olarak neler geliyor aklınıza?
Bu tür sorular çok zor sorular, çünkü ucu da yok, başı da yok, sonsuz... Tesadüf eseri bir
sınıf maçında amatör
lisans sahibi oldum ben. Sınıf
takımıyla Altımızrak takımı maç oynadı ve beni orada Altımızrak takımına aldılar. Sakarya'ya geçişim de başka bir tesadüftür. Büyüklerimden bir tanesinin ön ayak olması, "Ben kefilim" demesiyle gittik. İlk düşündüğümde bunlar geliyor aklıma.
O "7 DAKİKA"...
- Bunlar futbola başlangıç noktanızda belirleyici unsurlar.
Evet, belirleyici unsurlar. Bir 7 dakika benim profesyonel futbol hayatımda çok önem arzetti.
Malatyaspor-
Sakaryaspor maçında son 7 dakika oyuna girdim. Tesadüfen kadroya girdiğim bir maçtı ve tesadüfen de oyuna girdim. O 7 dakikadan sonra sürekli oynamaya başladım. Ben oyuna girdikten sonra İbrahim abi, İbrahim Tok'la beraber takım bir anda hareketlendi ve ondan sonra da iddiamız yoktu beni oynatmaya başladılar. Benim futbol hayatım böyle 7 dakikayla başladı, profesyonel anlamda.
- Fenerbahçe'ye gelişin?
Transferim başka bir hikaye.
Galatasaray ve
Beşiktaş isterken Fenerbahçe istemiyordu ama o sene Fenerbahçe'ye ilk
transfer olan ben oldum. Fenerbahçe'de oynamaya başlamam apayrı bir hikaye. İlk maçımda hoca beni kadroya almıyordu, antrenmanlara katılmamıştım.
Rizespor maçında devre 0-0 bitti, hoca beni oyuna almak sorunda kaldı ve 4 gol attım. Muazzam bir
kredi alarak başladım. Ondan sonraki süreçte de buna benzer şeyler var.
Hayatta plan, program, çalışma pek çok şey doğru, ama bir de sizin
kontrol edemediğiniz o kadar çok faktör var ki hayatla ilgili. Onlarda da doğru zamanda doğru şeylerin olmuş olması, beni bugün sizinle konuşuyor pozisyonuna getiriyor.
- İstanbulspor?
İstanbulspor hikayesi bambaşka bir hikaye. 2 sene için gittim ben İstanbulspor'a, yani
Oğuz abiyle "2 sene oynayacağım, sonra bırakırız" diye düşündük. 8. sene çıktım İstanbulspor'dan ve beni bambaşka bir hayata hazırladı.
- İyi anıların yanında insanın hatırlamak istemediği kötü anılar da vardır.
İnsanoğlu öyle bir kurgulanmış ki, çirkinlikleri ve kötülükleri eliyor. Geçerken çok acı verir ama bir zaman sonra durumu da iyiyse, onlar sanki, çok şık, çok
komik anılarmış gibi zihninde yer ediyor.
"HAYATLARINDAKİ TESADÜFLERİ KABUL ETMEZLER"
- Futbola adım atarken hep bir şekilde şans anları diyebileceğimiz unsurlar ön plana çıkmış. Profesyonel olarak ilk imzayı attığınızda kaç yaşındaydınız?
Ben bunu böyle nitelendiriyorum, aslında bütün insanlar için öyle ama bazı insanlar yaptıkları her işin kendi eserleri olduğunu söylemeyi çok severler. Yaşamlarında rastlantılara pek yer bırakmazlar. O rastlantıları da kendilerinin kurguladıklarını düşünürler. Böyle bir bencilliğe sahip insanlar da var. Kontrol edebildiğiniz şeyler vardır hayatta, bir de kontrol edemediğiniz onlarca, yüzlerce şey vardır, sizin dışınızda gelişen. Onlar sizi bir yerden bir yere getirir, anlatmak istediğim o. Esas soruyu atladım bu arada. Profesyonel olarak ilk imzayı 1984 yılında attım, 1965 doğumluyum, yani 19 yaşındaydım.
- 19 yaşına kadar mutlaka profesyonellik adına veya hayat adına hayalleriniz, hedefleriniz olmuştur. İlerisi için mutlaka düşünceleriniz vardı.
Olmaz mı!
- Nelerdi mesela hocam. Kimisi futbolcu olmak istiyorum der...
Onlardan bir tanesiydim ben. Tamamen futbolcu olmak istiyordum. Altımızrak'ta oynarken, takım arkadaşlarıma bakıyordum, çok yetenekli çocuklar olduğunu görüyordum. O dönem yaş gruplarında Beşiktaş gibi takımlarda oynayan
oyuncular vardı, bizim de arkadaşlarımız olan. Onların çok daha şanslı olduğunu düşünüyordum. Futbolcu olmak istiyorsun ama şansının çok yüksek olduğunu düşünmüyorsun. Çünkü o zıplamayı yapabilmek çok kolay değil. Sen ne kadar çalışsan çabalasan da, çok iyi olduğunu düşünsen de senin dışında gelişen bir takım şeyler var. Bütün samimiyetimle söylüyorum, o dönemler iyi futbolcu olabileceğim, olamayacağım, artık bırakmam gerektiği, devam etmem gerektiği ikilemiyle devam ederken amatör takımda futbol oynuyor, diğer taraftan da profesyonel futbolcu olma özlemi ve hayaliyle yanıp tutuşuyordum.
"TOPLA YATIP KALKMADAN PROFESYONEL OLUNMAZ"
- Ama çalışmayı bıramadınız. İdmanlar, maçlar... Hep futbolu düşündünüz... Kafanızda ve sahada oynamaya devam ettiniz değil mi?
Bu bana ait bir duygu değil yalnız. Çok net bir şekilde söyleyebilirim bunu. Bugün futbol oynayan 100 oyuncudan 99 tanesi bu şekildedir. Hadi ben futbolcu olayım dediğin zaman futbolcu olamazsın. O kadar zorlu bir periyot ve büyük bir
rekabetin olduğu dönemdir ki, futbola başlama, amatörce oynama ondan sonra profesyonel olma devresi. Muazzam rekabetin vardır. Bu işe hevesli binlerce
genç arasından çıkıyorsunuz ve bununla beraber büyük sıkıntılarla gidiyorsunuz. Olacak, olmayacak, oldu olmadı, o niye oldu ben olmadım bir sürü sorular, insanı törpüleyen, örseleyen, yıpratan sorularla gidiyorsunuz. Oradan yukarıya geliyorsunuz. Dolayısıyla hiç bir profesyonel futbolcunun, "Ben çalışmadığım halde böyle oldum" deme şansı olduğunu düşünmüyorum. Çok istemeden, topla yatıp, topla kakmadan profesyonel futbolcu olunmaz.
- Bir takımda 23-24 futbolcu oluyor ama teknik direktör 1 tane. Futbolculuk döneminde mi, teknik direktörlük döneminde mi ayakta durmak daha zor? Siz ikisini de yaşadınız çünkü.
Futbolculuk, profesyonel olana kadar çok zor. Olduktan sonraki süreç, nispeten biraz daha kolay. O kapıdan girdikten sonra, eğer yetenek
gelişimine inanıyorsanız, çalışmayı, top oynamayı seviyorsanız, yeteneklerinizi kontrol ediyorsanız, aklınızla bir şeylere yetebiliyorsanız, vücunuza hükmedebiliyorsanız...
Oysa teknik direktörlük tam tersi. Futbolculuk ve teknik direktörlüğün ortak paydası futbol; ama siyahla beyaz kadar farklılar. Birinde tamamen kendini yönetiyorsun ve yeteneklerinden sorumlusun. Diğerinde çok yetenekli, genç, kaprisli, beklentileri yüksek, zengin 25-30 futbolcuyu kontrol edip bir potaya sokarak, kafandaki futbol anlayışına uygun hale getirmeye çalışıyorsun. Antrenörlük çok daha büyük bir irade,
disiplin,
akıl ve
zeka isteyen iş kolu. Çok daha farklı.
"BİZ ŞÖYLEYDİK DİYE ANLATANLARA GÜLÜYORUM"
- Kendi döneminizdeki futbolcularla bugünkü futbolcuları karşılaştırdığınızda ortaya neler çıkıyor?
Bizden evvel futbol oynamış büyüklerimiz, abilerimiz, hatta belki benim jenerasyonumda futbolu bırakmış pek çok arkadaşım "Biz şöyleydik, biz böyleydik, biz çok iyi profesyoneldik, biz
aslan gibiydik, kaplan gibiydik" diye konuşurlar ve ben çok gülerim buna. Hiç de öyle değildik. Bugünkü futbolcular, bizden çok daha yetenekli, bizden çok daha kuvvetl, çok daha teknik ve profeyonellik bilinci açısından bizden çok daha ilerideler. Ama gelişimin az olduğunu söylerse birisi katılırım buna. Bu kadar ilgiye, fedakarlığa, özveriye karşılık bu gelişim daha hızlı olmalıydı denirse buna katılırım. Ama bizler çok iyiydik, bizler harikaydık, aslan gibiydik, bunlar rezil, bunlar futbolcu mu diyenlerin külliyen yanlış olduklarını düşünüyorum. Tam tersi olduğunu düşünüyorum ben. Bugünkü futbol artık sporcuların sahadada 10-12 km. kadar koştukları,
koşu süratlerinin çok daha hızlı olduğu, çok kademeli defanslar karşısında, güçlü oyuncular karşısında tekniklerinin artık çok daha yüksek olduğu bir dönem.
"Biz zamanında şu toplara vurduk, bu zeminlerde oynadık" demesinler lütfen, bugün rekabet daha yüksek, daha iyi çalışıyor herkes ve
baskı daha yüksek. En önemlisi, yarınkiler de bugünkülerden çok yüksek olacak. Ben de zamanımın iyi oyuncularından biri oldum, çok güzel şeyler yaşadım ama daha iyi olmam gerekiyordu. Biz oyuncularımıza çok şeyler anlatıyoruz ancak bize bu şekilde anlatılmıyordu. Bizim herhalde eksikliğimiz oydu. Futbola bilim bu kadar girmemişti. Dayanıklılığımı biraz daha artttırabilirmişim, çok kolaymış. Kuvvetimi biraz daha arttırabilirmişim, kendi dönemimde bu beni biraz daha diğer arkadaşlarımdan öne çıkarabilirmiş, ama yapamadım bunları, yapamadık. Şimdiki oyuncular bu anlamda bizden çok daha iyi durumdalar ve iyi profesyoneller.
"BASKI VE STRES ARTTIKÇA DAHA DA KEYİFLİ HALE GELECEK"
- Baskı ve rekabet dediniz. Rekabet çok güzel, başarı adına. Baskının çok olması ve günden güne artması futbolcu için sakıncalı mı biraz?
Rekabet kelime anlamı içinde ufak esnekliklerle kaldığı sürece faydalı. Yarattığı baskı da faydalı. Çünkü rekabet ve yarattığı baskı eşittir gelişimdir. Bunun tersi olma şansı yok. Önümüzdeki dönemlerde futbol bu şekilde büyümeye ve güncelliğini, popülaritesini korumaya devam ettiği sürece etrafında dolaşan para da artacaktır. Etrafında dolaşan para arttıkça bundan faydalanmak isteyenler, buna futbolcu grubu da dahil olmak üzere çok daha artacaktır. Böyle bir artış olduğu sürece baskı da artacaktır.
- Makine sistemine mi dönüşecek?
Yani nereye kadar gideceğini kurgulayabilme şansım yok. Bilemiyorum o konuda çok fazla düşünmedim çok fazla
makine sistemine doğru gidecek mi diye ama futbol futbol olarak kaldığı sürece makineleşme olmayacaktır.
- Futbolun görsel şovunu, güzelliklerini biz bu süreçte geri plana mı iteceğiz?
Biraz daha kapı ardına itmek zorunda kalacağız çünkü paranın getirisi başarıyla alakalı birşey.
Başarı da eşittir kazanmak. Tamamen kazanmaya doğru gidiyor.
Kazanmanın bir kardeşi var kaybetmeme. Bu kaybetmeme korkusu, kazanma ihtirası biraz o anlamda makineleşmeyle ifade ettiğiniz tarafa doğru götürebilir. Ama 15-20 yıl evvel de konuşuluyordu bunlar. Bugün görüyoruz ki son derece seyri güzel bir oyun olarak varlığını sürdürüyor. Bence biraz daha artacaktır. Daha keyifli hale gelecektir. Çünkü oyunun özü güzel. O özünü koruyabildiği sürece öyle olacaktır. Baskı daha da artacaktır ama oyuncular bu konuda kendilerini geliştirerek, baskıya ve strese karşı koyma becerilerini artıracaklar. Hiçbir şey bir diğerinden farklı değil, ne zaman bir
zehir gelse mutlaka bir panzehiri bulunuyor.
"HEP KAZANALIM, KAFASINA BASALIM, EZELİM DEMİYORUZ"
- Teknik direktörlüğe başlarken keyif, başarı, galip gelmek, yenilmemek, çok çalışmak vs. neyi ön planda tuttunuz? Bugün geldiğiniz noktada hangileri ön plana çıktı?
Antrenörlük büyük bir tecrübe işi. Kendimi yaşayarak geliştirme pozisyonundayım. Futbolculuktan teknik direktörlüğe direkt geçiş yapmış bir kişiyim. Antrenörlüğü önce çalıştırıcılık anlamında daha sonra da oyunculara davranış, onları istediğiniz şeylere doğru yönlendirme, ikna edebilme anlamında kendimi geliştirdim. Diğer tarafa, oyuncu grubuna, takımlara, kulüplere döndüğümüz zaman; benim kafamda bir oyun var, başka bir şey söylemeye gerek yok ve bu oyunu oyun gibi oynatmaya çalışan bir teknik direktörüm ben. Onu da kazanalım, bunu da kazanalım, yüzde yüz kazanalım, kafasına basalım, ezelim kazanalım, değil. İyi oynayalım, oyunumuzu geliştirelim ve sonra kazanan takım haline gelelim. Ana felsefem bu.
Oyuncularla kurduğum ilişkide de onları hiçbir zaman makine olarak görmedim. Ben ne istersem emrimdeki yapmak zorunda gibi bir anlayışla yaklaşmadım. Onlara hep oyunu anlatmaya çalıştım. Oyunda alacakları rolleri anlatmaya çalıştım. Bununla beraber kişisel gelişimleri yani önce oyunu anlama, algılama sonra da uygulamaları için neler yapmaları gerektiğini benimle paylaşmalarını istiyorum.
Kendimi geliştirirken, yapabildiğim kadarıyla onları da geliştirmek istiyorum. Antrenörlükteki temel amacım bu. Ötesinin daha sonra geleceğine inandım ben. Yani orta ve uzun vadede yatırımcılar olurya, kendimi o şekilde görüyorum antrenörlükte. Çok kolay elde edilen ya da elde edlilmeye çalışılan şeylerin çok daha kolay yıkıldığını gördüm hayatım boyunca. Dolayısıyla temelden girip sağlam yapılaşma olursa, bu sağlam yapının, istenilenlerin vermesi adına geriye dönüş açısından çok daha başarılı sonuçlar vereceğine inandım. Bu beni Türkiye'deki anlayış içinde hep geriden başlamaya doğru itiyor. Çünkü tenel anlayışınız tamamen ters yönde. Türkiye'deki temel anlayış şu, "Ne yaparsan yap, maçı al". Bunu yapabildiğin sürece, maçı aldığın zaman iyi antrenörsün. Kulübe, oyuncuya bir katkın var mı? Onların gelişimiyle ilgili bir planın programın var mı? Bunlarla ilgili hiçbir temel düşünceniz yok, tamamen a'dan z'ye maçı kazan,
kral ol. Yani oyuncularımız da buraya doğru itiliyor. Yöneticiler zaten bunu körükleyen taraf olarak görünüyorlar. Dolayısıyla hep geriden başlıyorum.
"TEKNİK DİREKTÖRLER DİKTATÖR GİBİ"
- Sizin futbolculuk döneminizde teknik direktörler futbolculara nasıl yaklaşırdı? Sizin yaptığınız gibi miydi, daha mı baskıcıydı?
Değildi. Benim dönemimde futbol bu kadar büyük bir
sektör değildi, bu kadar ciddi değildi. Dolayısıyla disiplin bu kadar çok değildi. Ağabey-kardeş ilişkisine,
baba-oğul ilişkisine yakın ilişkiler söz konusuydu. Bugünün dünyası çok daha farklı, duyduğum kadarıyla teknik direktörlerin pek çoğu için söyleyebilirim bunu. Emir-komuta zinciri içine girdi olay. Daha sertler, daha disiplini öne çıkarıyorlar. Yani bir taraftan demokratikleşirken, liberalizm bir tarafıyla tüm şeyleri naklederken, futbol dünyasına tam tersi olarak girdi. Teknik direktörler artık benzetme yanlış olabilir ama
diktatör gibiler takımlarda. Atığı astık, kestiği kestik gibiler. Yanlış.
- Peki siz?
Ben değilim. Şöyle söyliyeyim, olmadığımı sanıyorum, olmamaya gayret ediyorum. Otorite olmadan olmaz. Ama otoritenin höt hötle, asarak keserek yapıldığında, bunun kolay yol olduğunu düşünüyorum. Esas olan; önce bilgiyle, sonra sevgi-saygıyla oluşturulmuş otorite. Bunu kurduğunuz zaman, yıkılmasıda zor oluyor. Oyuncuları oyunun içine çekmek, mesleğin içine çekmek daha kolay oluyor. Kolay oluyor ama süreç kısa mı oluyor? Süreç uzun bir süreç. Kolay bir süreç değil. Çünkü böyle dönemler her türlü istismara açık dönemlerdir. Yönetici tarafından, basın mensupları tarafından, "Bu ne böyle olur mu?" diye, çok kolay bir şekilde manipüle edilecek olaylardır. Kolay değil ama hayatım boyunca hep zoru seçtim çünkü zor aslında doğrudur. Ama o zora giden yol irade ister, disiplin ister, dayanıklılık ister. Kendimi hep öyle gördüm, futbolum da öyle oldu. Antrenörlükte de bu şekilde devam etmeye çalışıyorum, bakalım nereye kadar.
"SEYİRCİYİ EN ÇOK YÖNETİCİLER VE BASIN GERİYOR"
- Biraz önce dediniz ki, "Türkiyedeki temel anlayış şu, 'Ne yaparsan yap, maçı al' Bunu yapabildiğin sürece, maçı aldığın zaman iyi antrenörsün". Bu değer yargısı, nereden geliyor? Taraftardan mı, medyadan mı, yöneticilerden mi?
"Kesinlikle şu" diye saptama yapmak yanlış. Herkes, herşey birbirine geçti. O kadar yanlışlar oldu ki, bütün yanlışlar içiçe. Ama birilerini öne çıkarmak gerekirse bu işi tamamen amatör yapmaya çalışan, ama yaptıkları iş hakkında çok az bilgi beceriye sahip yöneticileri biraz daha öne çıkarmak lazım. Bunun arkasına belki medyayı koymak lazım. Kulübün çıkarları kadar kendi çıkarlarını da düşünen yöneticilerle kolkola girmesi; yöneticileri ve basın mensuplarını öne çıkarıyor. Antrenörler çok mı günahsız, pürü pak? Futbolcular çok mu günahsız pürü pak? Ya da
hakemler? Asla böyle birşey söylemiyorum, söylemek istediğim bu değil, hepimizin çok kusurları var. Ama
seyirciyi bu kadar agresif hale getirme konusunda yöneticilerin ve medyanın kolkola hareket ettiği kanısındayım.
- Nasıl çözülecek?
Çözülmesi zor diyeceğim ama aslında bir taraftan da bütün olayları düşündüğüm zaman bazen öyle bir noktaya geliyor ki, bir şeyi çıkardığın zaman ortadan bir bakıyorsunuz ki herşey
yerli yerine oturmuş. Belki Fenerbahçe için şu örneği verebiliriz. Fenerbahçe bu anlamda bir atılım yapmaya çalışıyor ama yine de bizim o, biz Türklere ait kurduğumuz ortamın dışına çekemiyor kendini. İşte bugün yaşadığımız günlerde bu çok net görünüyor. Çok güzel, konforlu bir
stat yaptı, o stadın seyirci profilini değiştirmeye çalıştı, bununla beraber kulübün merkezine futbol takımının başarılarından ziyade
ekonomik, idari ve mali, fiziki yapılanmanın çok daha önemli olacağını düşünerek onları yerleştirmeye çalıştı. Sportif başarının bunun arkasından geleceğini düşündü. Son 5-6 senelik periyotta hakikaten sıradışı bir kulüp gibi görünmeye başladı Fenerbahçe. Ki Türkiye'de bunları yapabilecek en son kulüp gibi görünüyordu, iç dinamikleri dolayısıyla. Fakat bunun yapılabileceğini gösterdi. Dolayısıyla çok zor, bu karmaşanın bir düğüm halinde olduğunu biliyorum, Türk futbolunun bir
kaos içinde olduğunu söyleyebilirim. Suçlunun şu bu denmesinin doğru olmadığını da söyleyebilirim. Çözümün de çok zor olduğunu söylemek kolay ama bir taraftan da insan doğasına baktığımız zaman bazen, bir anda terse de dönebiliyor. Bizim de bunu bekleme gibi lüksümüz var. Sadece o kadar lüksümüz var. Birileri bir yerde el koyacaklar, bu gidişin doğru gidiş olmadığını bir şekilde anlatacaklar, beklentimiz o. Bu kişi ben değilim yani, benim ya da benzerlerimin söylediklerinin hiç bir anlamı yok. Kıymeti yok. Futbolda söz sahibi olan, gerçekten kuvvetli olan ve
adalet duygusu biraz yüksek, birkaç kişi biraraya gelerek şu anda içiçe girmiş karmaşayı çok kolay çözebilirler diye umudediyoruz.
"BASIN MENSUPLARI KENDİNE BAKMADAN BİZİ ELEŞTİRİYOR"
- Futbol değerleri bizde mi bu tür farklılıklar gösteriyor, yoksa biz de Avrupa ve dünya futboluyla birebir doğru orantıda mı gidiyoruz? Yani dünya futbolu mu koyuyor bu değerleri de, biz de bu değersizlikleri yaşıyoruz?
Öyle tabi. Hiçbir şey bir diğerinden farklı değil. Herşey, dünyanın her tarafında insanlar arasında aynı şekilde cereyan ediyor. Yani çok büyük farklılıklar yok. Üç aşağı beş yukarı ilişkiler belli kalıplar içinde. Zaten söylediğimiz şeyler birazcıcık toparlandığı zaman, birazcık adalet duygusu yerleştiği zaman, birazcık saygı unsuru yerleştiği zaman, mesleki saygı özellikle...
Basın mensubu kendi işinde yaşadığı sıkıntıları gözardı ediyor, kendi mesleğinde, kariyerinde nerelere geldiğini, neleri yaptığını yapamadığını, neleri yapmaya muktedir olduğunu, neleri yapma konusunda sıkıntıları olduğunu düşünmüyor, geliyor çok kolay bir şekilde antrenörü yargılıyor. Onun da bir meslek mensubu olduğunu, onun da sıkıntıları olduğunu, bir yerden bir yere gelmek için bir takım şeylere ihtiyacı olduğunu, bunların bazılarını yapabildiğini, bazılarını iç dinamikler nedeniyle yapamadığını düşünmüyor...
Aynı şekilde yöneticiler de kendi iş hayatlarında, şirketlerinde son derece ciddiler, kendi adlarına doğruları yapıyorlar. Bir aylık, altı aylık, yıllık planlama yapıyorlar, 3 senelik 5 senelik hedefler koyuyorlar. Ama bir futbol takımını yönetmeye geldiği zaman bir ayda herşeyin olmasını istiyorlar. Muazzam bir saygısızlık.
Mesleki saygısızlık bu. Aslında kendisine saygısızlık bu. Ama bunu anlatacak olan da biraz evvel söylediğim o basın mensubu. Basın mensubu kendi mesleğinin sıkıntılarını bildiği zaman, antrenörün ya da futbolcunun sıkıntılarını da bilir. Onu bildiği zaman, onu anlamaya başladığı zaman, hitap ettiği kitleye, okuyuculara bunun mesajlarını verir. Bunun mesajlarını vermeye başladığı zaman onu okuyan kitle de sahaya geldiği zaman; her şeyin çok kolay olduğuna, antrenörün oyuncuların beceriksiz olduğuna dair değil de bu adamların da aslında iyi şeyler yapmak istediklerini, insanın doğası gereği iyi şeyler yapmaya doğru kurgulandığını, bundan haz aldığını anlayacak safhaya gelir. Bu söylediğimiz şeyler, minicik şeyler. Aslında belki gıpta ettiğimiz
İngiltere ile bizi ayıran bu ufacık ayrıntı. Mesleki saygı. Bu kadar.
Nasıl çözülür demiştin ya, aslında biraz daha uzun vadede bunun yanıtını vermiş olduk. Herkes bir adım geriye doğru atabilmeli. Ben iş yapıyorum, bu işi iyi yapmak istiyorum, benim bütün herşeyim bu iş üzerine. Ne kadar başarılı olursam, iyi iş yaparsam, o kadar kazancım olacak.
Mali, ama daha fazla manevi, mesleki kazancım olacak. Bu kadar yani. Bütün matematik, bütün denklem bu. Bunun farkına varabiliyorsan, bana o gözle bakıyorsan, bunu bu şekilde halka yansıtıyorsan, o zaman zaten ufak ufak adımlarımızı atmaya başlarız. Aslında en büyük adımı atmış olacağız, mesleki saygı. Herşey burada yatıyor. O kadar saygısısız ki, hepimiz hepimiz öyleyiz. Biz eski futbolcular, futbolu bırakanlar maça gidiyoruz, yeni oyuncuları seyrediyoruz, afedersin, "Lan burada bu yapılır mı be. Ben olsaydım bunu atardım!" ile başlıyor. Bu kaosa kadar geliyor işte bu düşünce. Hepimiz yapıyoruz.
- Ama hepimiz de birbirimizi suçluyoruz.
Çünkü işin kolay tarafı bu. Hiç kimse aynaya bakıp da yüzleşmek istemiyor hiçbir şeyle. Çünkü yüzleştiğiniz zaman bizim toplumumuzda mağlupsunuz demektir. Özeleştiri yaptığınız zaman mağlupsunuz demektir. Çünkü herkes zaten onu arıyor. Bir tane adam özeleştiri yaparsa, ben hata yaptım dediği anda, işte gerçek hatalı bu diye herkes onun üstüne çullanıyor. Bütün hataları da onun üstüne yüklüyorlar. Artık bu refleks haline gelmiş. Dolayısıyla bizim genel tarzımız, ya herkes bir iş yapıyor, dolaysıyla herkes işinde başarılı olmak ister kardeşimden ziyade, ben yapıyorum yapıyorum çabalıyorum olmuyor, ama sen yanlış yapıyorsun, senin yerinde olsam şunları yapardıma yönelik düşünce yapısı oluştu bizde. Bu şekilde refleks oluştu. Şu andaki bulunduğumuz durumun ana nedeni de bu.
- Şu ana kadarki sohbette bilimsel bir şekilde masaya yatırıldı konular.
Yeter o zaman.
- Bunları belki de sesli düşünmüyorduk.
Herkes biliyor ama kimse söylemek istemiyordu.
- Bunları okuduğu zaman taraftar, yönetici, medya dünyası, hakemler, futbolun içinde kimler varsa acaba kendilerine bir pay çıkartacak, kendileri için özeleştiri yapacak şekilde mi algılayacaklar, yoksa bu yanlış bu yanlış bu yanlış diyerek özeleştiriden korkan, saldırganlık sergileyen bir tutumla mı düşünecekler acaba? Çünkü bunları konuşmak yetmiyor.
Herkes herşeyin farkında. Ortak geri adım lazım burada. Bu alan işgalinde bulunan unsurlar, ortak geri adımı yapmadıkları zaman, kendi alanlarına dönmeyi kabul etmedikleri zaman, dönenler tamamen mevzilerini kaybetmiş hissediyor, hissedecektir. Kimse de birbirine güvenmediği için, çünkü muazzam bir güvensizlik ortamı var bu saygısızlığın yarattığı, belki de güvensizliğin yarattığı saygısızlık, hangisi yumurta hangisi
tavuk bilemiyorum ama; böyle de bir durumumuz var. Kimse kimseye güvenmiyor. Bu güvensizlik ortamında kimse ya bir adım geriye çekilelim de bakalım ne oluyor ne bitiyor, aslında bu kadar ilgiyle, bu kadar sevgiyle, tırnak içinde söylemek lazım sevgiyi, ne kadar futbol sevgisi
ülkemizde ama, bu kadar da bu ülkenin kıt olanakları içinde mali katkıyla, bu ülke futbolu daha organize hale getirilebilirdi diye düşünüp birer adım geri atsak, aslında buraya geleceğiz ama kimse kazandığı alanı terketmek istemiyor.
"BENİ 8 MAÇTA KAHRAMAN YAPTILAR ŞİMDİ BAŞKALARINI YAPIYORLAR"
- Tüm bu düşünceleriniz, değerlendirmeleriniz doğrultusunda, teknik direktörlüğünüzde bugün ve bugünden sonrası için neler düşünüyorsunuz?
Öğrenmek çok uzun süreç alıyor. Gerçekten öğrenmek, ortalama bir teknik direktör için, 7 ila 10 senelik periyodu buluyor. Herşeye hakim olmaya başlamanız, yani oyuncu grubuna, personele ve buradan geçerek oyuna her hattıyla hakim olmaya başlamanız ve artık verdiğiniz kararların bir refleks haline gelerek doğru kararlar olma yüzdesinin artması hakikaten bu kadar sürüyor. En başarılı antrenörler 45 ile 60'lı yaşlar arasında. Daha doymuş, oyunculara bakarken onları
köle gibi görmeyen, onları bir insan bir meslek adamı gibi gören ve verimliliğini bu şekilde yükselten, oyunu çok net bir şekilde görebilen ve ne istediğini bilen hale gelmesi antrenörün o yaşlarda oluyor. Bizde ise bunun tam tersinden, mesleğe yeni başlayan, ben de dahilim buna, ilk takımımda ilk sorumluluğumda 8 maçta 7 galibiyet alınca dahi bir antrenör olarak düşünülüyordum bu piyasada, ben de tam tersini söylüyordum. Çok fazla dahlim olmadığını, bunun tam tersi olacağını söylemeye ifade etmeye çalışıyordum ama biz kahraman yaratmayı seviyoruz bu şekilde. O ara kahraman bendim. Şimdi 9. seneme giriyorum ve bu 9 sene içinde yeni kahramanlar görüyorum. Şu şöyle, bu böyle, falan filan diye...
- Kahramanları da çok çabuk öldürüyoruz.
Hemen öldürmek için yetiştiriyoruz zaten. Bunların hepsi üstün, dahi antrenör olarak görünüyor oysa gerçek antrenörler 45'den sonra başlıyor. Yani bu 45'i kesin sınır olarak söylemiyorum. Daha doymuş oluyorsunuz. Şimdi bunu söyledikten sonra kendimle ilgili tarafını söyleyeyim. Herhalde ben bu yaşları göremeyeceğim diye düşünüyorum (Gülüyoruz)
- Aykut hocam kaç yaşındasınız?
43 yaşındayım. Bilmiyorum yani, zorluyor. Çünkü kısa vadede düşünemiyorum. Bu bir handikap.
- Uzun vadede düşünebiliyor musunuz?
Orta ve uzun vadeli düşünüyorum.
- Ama Türkiye'de teknik direktör adına orta ve uzun vadeli düşünen yönetimler yok. Düşündüklerini söylüyorlar ama...
Olmadığı için bir çelişki oluyor. Hırpalıyor. Hırpalanan taraf da daha fazla ben oluyorum. Zaten kulüplerin hali 3 aşağı 5 yukarı sıkıntılı.
- Size bir 7 dakika daha lazım.
(Aykut hoca burada susuyor, sonra gülüyor ve "Bakalım o 7 dakika çıkacak mı?" diyor ve devam ediyor)
Ben bir tespit yapmaya çalışıyorum, bu söylediklerim bugüne ait şeyler. Asla şunu da söyleyecek durumda değilim, bu kadar anlattıktan sonra herhalde anlamışsındır düşünce sistematiğimi, yüzde yüz böyle olacak diye söylemiyorum. Öngörülerim buraya doğru gidişin daha yüksek olduğunu görüyor. Her an bir 7 dakika çıkabilir hayatta. Onu hiçbir zaman kapı ardı etmiyorum. Zaten hep konuşurken yüzde 99.9 diye konuşurum. Hiç bir şeyi yüzde 100 diye konuşmam. Hayatta herşeyin olabileceğine inanıyorum. En kesin en kati bidiğim konularda dahi yüzde 99.9 derim ben. Herşey olabilir çünkü. Bildiğimiz, öğrendiğimiz pekçok şey yanlış çıkabiliyor. Dolayısıyla söylemek istediğimi o şekilde açarsam daha iyi olur.''
CİHAN