PROF. DR. OSMAN ŞAHİN
Hazret-i Bediüzzaman “Al-i Beyt’in muhabbeti, Risale-i Nur da ve mesleğimizde bir esastır” temel düsturunu ortaya koyduktan sonra, istikameti ve dengeyi koruma adına, bu muhabbet ve bağlılığın başkalarını haksız bir şekilde karanlığa mahkûm etmemesi gerektiğine dair tahliller yapmaktadırlar. Bazı şahısların kabahatlerine bakarak bütün bir kavmi veya topluluğu karalamanın yanlışlığına ve böyle genellemelerin haksızlığına dikkat çekmektedirler:
“İmam-ı Ali Kerremallahü Veche’nin şahsına ve hayatına ve adalet-i hakiki üzerine giden siyasetine ilişmek, darbe vurmak başkadır. Şahsiyet-i zahirisinden ve hayat-ı dünyeviyesinden ve siyaset-i içtimaiyesinden binler derece daha yüksek olan şahsiyet-i manevisine ve kemalat-ı ilmiyesine ve makamat-ı velayetine ve varisliğine darbe gelmez ve gelmemiş ve gelemiyor. Kimin haddi var? Onun için, iki ciheti birleştirmek tevehhümüyle karşısında muarazaya çalışanların taarruzu pek dehşetli görünüyor. Ehl-i iman ortasında nasıl böyle vukuat olabilir diye hayret veriyor. Halbuki Yezid ve Velid gibi habis herifler müstesna, ötekilerin kısm-ı azamı, İmam-ı Ali’nin (RA) harika kemalatına ve kerametlerine ve verasetine ilişmek değil, belki yalnız hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye ait idaresine darbe vurmaya çalışmışlar, hata etmişler.” (Emirdağ Lahikası) (Hazret-i Ali’nin karıştırılmaması gereken iki şahsiyeti)
Emevilerden, Yezid ve Velid gibi büyük zulümleri işleyenlerin dışındakiler Hz. Ali’nin manevi şahsiyetini ve onun eliyle onlara aktarılan dinin meselelerini kabul etmişlerdir. Fakat bunlar, Hazret-i Ali’nin toplum idaresine bakan yönüne itiraz etmişler ve bu noktada onun karşısında yer almışlardır. Bunda da yanlış hareket etmişlerdir.
Hazret-i Ali’nin (RA) bu iki yönü ayırt edilmeden meseleler ele alındığında maalesef ifrat ve tefritler yaşanmaktadır. Ekseriyetinde sahabenin ve tamamında tabiinin yaşadığı ve İslâm adına çok büyük işlerin yapıldığı, maddi ve manevi ilimlere ait temellerin atıldığı bu dönem karanlığa mahkûm edilebilmektedir. Genellemelere girilerek haksız hükümler verilebilmektedir.
Hazret-i Üstad, Âl-i Beyt muhabbetini kullanarak, Sıffîn vak’asındaki zararlara karşı sahabeye gelebilecek hücumların önünü almak için, Cemel vak’ası hakkındaki aynı yaklaşıma benzer şekilde, net ifadelerle mevzunun mahiyetini ortaya koymaktadırlar: “Hazret-i İmam-ı Ali’nin Vak’a-i Sıffîn’de, Hazret-i Muaviye’nin taraftarlarıyla muharebesi ise, hilafet ve saltanatın muharebesidir. Yani: Hazret-i İmam-ı Ali, ahkâm-ı dini ve hakaik-i İslâmiyeyi ve âhireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise; hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi, saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler.” (Emirdağ Lahikası)
Hazret-i Muaviye ve taraftarları günümüzdeki Siyasal İslâmcıların yaptıkları gibi dini siyasete âlet etmeyip, tam tersine siyaset üzerinden İslâm toplumunu takviye etmek istemişler ve bu yoldaki tercihlerinde hata etmişlerdir. Hocaefendi de Hazret-i Muaviye’nin Hazret-i Ali’ye karşı çıkmasındaki temel nedenin toplum idaresi ilgili fikir ayrılıklarından kaynaklandığına, niyetlerin sağlam olduğuna ve birbirlerine karşı ilişkilerinde saygı ve hürmetten ayrılmadıklarına vurgu yapmaktadırlar:
“Zira biri, Hazreti Muaviye’nin huzurunda Hazreti Ali’yi anlatıp, onu derinden derine sorgulayınca Hazreti Muaviye gözyaşlarını tutamamış ve hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. Şunun altını çizerek ifade edeyim ki, Hazreti Muaviye ile Hazreti Ali arasındaki vak’anın, onların beşerî his ve duygularına dayanarak meydana geldiğine kat’iyen ihtimal verilemez. Vâkıa, hâdiseler çok karışık bir şekilde cereyan etmişti ki, günümüzde de buna benzer pek çok hâdise meydana gelebilmektedir. Nitekim bugün de birilerini küfürle itham edip haklarına tecavüz eden bir kısım kimselerin uygunsuz davranışları, bizlere insanlar arasında bu türlü şeylerin her zaman olabileceği fikrini vermektedir.
O devirde Şam’da, Bizans’ın mirası üzerine konan bir kısım insanlar vardı. Bunlar zengin evlerde neş’et etmişlerdi ve başlarındaki insanları da öyle görmek istiyorlardı. Onlar İslâm’ın, Efendimiz (SAV) devrine ait saffetini görememişlerdi ve her şeyi Emeviler’de görüyorlardı. Birdenbire bunlara “Fıtratınızı değiştirin!” demek ve onların değişmesini beklemek çok zordu. Bunun için Hazreti Muaviye ehven-i şer ile amel ediyordu. Hazreti Ali ise asla buna yanaşmıyor ve âdeta “Hayır, ille de Ebubekir ve Ömer devirlerindeki saffet!” diyordu. Bunun karşısında Hazreti Muaviye ise, “O devir bozulmuştur. Sen bilemiyorsun ya Ali! Bu devirde öyle idare edilmez. Sen bu işi yapamazsın.” diyordu. İşte meselenin temelinde bu farklı mülâhazalar vardı.
Mesele, nihayetinde İslâmî bir hükme dayanıyordu: Bir İslâm memleketinde iki tane imam olursa, bunlardan bir tanesinin çekilmesi lâzımdı. Hazreti Osman (RA) şehit edilince, -muhalif kalan bir kısım insanlar olsa da- sahabenin çoğu Hazreti Ali’ye (RA) biat etmiş ve onu imam seçmişlerdi. Bu durumda Hazreti Ali imamsa, Hazreti Muaviye’nin kendisine biat etmesi gerekirdi. Ancak Hazreti Muaviye, “Seni zorla aldılar, getirdiler ve biat ettiler. Ben sana biat etmem.” diyordu. Meselenin siyasileşmesi ve askeri plânda ele alınması Sıffîn gibi vak’alara sebebiyet vermişti. Benim bu mesele hakkında âcizane mülâhazam şudur: Kâtil ve maktül, her ikisi de Cennet’te olduktan sonra, ellerini kendi kanlarına boyayan kimselerin kanı ile dilimizi kirletmeyelim. Zira Hazreti Ali de Hazreti Muaviye de Cennet’e gidecek fakat haklarında söz söyleyip onları tenkit edenler Cennet’e gidemeyebilirler.” "Cemel, Sıffîn ve Kerbelâ Vak’aları"
Maalesef, İslâm’a düşman olanlar ve Ehl-i Sünnet çizgisine muhalif olanlar tarafından üretilen bilgiler çok popüler hale getirildiğinden, toplum bu konularda cehalette çok ileri olduğundan, birçokları, peygamber varislerinin bütüncül bir bakışla ortaya koydukları bu perspektiflerden hadiselere bakamamaktadırlar.
Fethullah Gülen Hocaefendi muhataplarına bu konularda konuşurken, önce onları bu yanlış yaklaşımlar noktasında uyarma ihtiyacı hissetmektedir. Bu bağlamda, Hocaefendi Âl-i Beyt’e olan muhabbetin ve onları kabul etmenin başkalarının haklarını görmeye veya takdir etmeye engel olmaması gerektiğine vurgu yapmaktadırlar:
“Tarihte meydana gelen bütün bu hâdiselerin arka planlarıyla birlikte doğru okunması ve onlardan ibret alınması gerekir. Hazreti Muaviye’nin diğer sahabeler arasında öne çıkan önemli özelliklerinden birinin, onun tarihî tetkikleri olduğu ifade edilir. O, yanındaki yardımcılarına sürekli tarihten dersler yaptırır ve kendisine göre onlardan ibret tabloları çıkarırmış. Hazreti Muaviye için söylediğimiz bu ifadeler garipsenmemelidir. Zira Hazreti Ali’nin hakkını muhafaza etmenin ve hakkın ona ait olduğunu teslim etmenin yanı başında, Hazreti Muaviye’nin de İslâm toplumuna yaptığı küçümsenmeyecek pek çok faydalı icraat vardır. Mesela onun döneminde, Allah’ın izni ve inayetiyle Roma İmparatorluğu dize getirilmiştir.
Vâkıa, hâdiseler ayniyet çizgisinde cereyan etmese bile, şurası muhakkak ki misliyet ölçüsünde tarihî devr-i daimler vardır. Şayet biz, geçmişi doğru okuyup bu devr-i daimlerden ibret alarak günümüzü değerlendirebilirsek, engellere takılmadan, yürümemiz gerekli olan noktalara doğru yürüyebiliriz.” (“Geçmiş, hâl ve gelecek”)
Hocaefendi aynı yaklaşımı, Şia’nin hiç sevmediği için şiddetli düşmanlık beslediği Hazret-i Amr İbnü’l-As (RA) ile ilgili yorumunda da sergilemektedir. Maalesef, Sünni İslâm dünyasında Sıffin’de yaşanan hakem olayının Şia versiyonu daha çok meşhur ve dolaşımda olduğu için bazıları Hazret-i Amr İbnü’l-As’a soğuk bakmaktadırlar. Eğer Sıffin ve hakem olayı ile ilgili Türkiye’de yaygın olan bu Şia versiyonu doğru olsaydı, Üstad Hazretleri ve Hocaefendi bu olaylar ve şahıslar hakkında hiç böyle konuşurlar mıydı:
“O askeri ve siyasi dahi var ya o adama bayılıyorum. Hazret-i Amr İbnü'l-As. Rağmen ala Persian. Sevmezler onlar onu hiç. Sadece meseleyi Seyyidina Hazreti Ali sevgisine bağlama, sevgisi mi… İstismarına bağladıklarından dolayı… O da Hazret-i Ali’ye karşı çıkmış. Hayret ediyorum o adamlara aklım almıyor. Çok geç Müslüman oluyor Amr İbnü'l-As. Hazreti Amr, kendisine ganimet verilmek istendiğinde: “Ya Rasûlallah, ben ganimet için Müslüman olmadım!” demiştir. Amudi yükselişler bunlar, dikey yükselme. Yetiştiren muallimin gücü.” ("Annelerimiz, Ahireti Tercih ve Boşanma")
Bu seride, özetlemiş olduğumuz geçmişin değerlendirilmesi, Asr-ı Saadet’te ve hemen sonrasında yaşanan olaylar ve şahıslar hakkındaki Hazret-i Bediüzzaman ve Fethullah Gülen Hocaefendi’ye ait yaklaşımların aynılarını diğer peygamber varislerinde de bire bir görüyoruz (İnşaallah, sonraki yazılarda bu şehadetlerden bazı örnekler paylaşılacaktır).
Her çağa ışık olmuş, İslâm’ı en iyi bilen, yaşayan ve en güzel bir şekilde temsil eden bu büyükler silsilesinin ittifak ettikleri bu konularda yanılmış olmaları hiç mümkün müdür. Dolayısıyla, bu meselelere yaklaşırken, ya gerekli olan maddi ve manevi donanımlar elde edilerek, bütüncül bir bakışla konular ele alınabilmeli veya buna güç yetirilemiyorsa, bu hususta buna muvaffak olmuş bu zirve şahsiyetlere başvurarak ve tabi olarak onların arkasında yer almasını bilmek lazımdır ki maddi ve manevi, dünyevi ve uhrevi hayatımızı ilgilendiren bu konularda sapmalardan (inhiraflardan) kurtulunabilsin.
Çünkü, konuşulanlar bu dini Allah Rasülû’nden (SAV) en güzel bir şekilde alıp bizlere ulaşmasını sağlayan sahabeler ve sonra tabiin ve müçtehidin-i izam hazerâtıdır. Bu insanlar hakkında meydana gelebilecek yanlış düşünceler, su-i zanlar, güven kaybı ve onların hakiki mertebelerini bilememekten kaynaklanabilecek hallerden dolayı, onlardan tam istifade etme ve din ve dinin temsil ve tebliği hususunda ortaya koydukları en mükemmel örneklerden faydalanma mümkün olamayacaktır.
İnşaallah, sonraki yazıda devam edelim…