Gerek tarikatlar gerekse tasavvuf dışı cemaatler erdemli bir toplum inşa etmek ve haram, helal, hak, adalet bilen insanlar yetiştirmek için vardır. Her biri kendine göre spesifik hedefler belirlese de -zikri artırmak, Kur’an’ın lafzını öğretmek, Kitab-ı Kainatı ve Kur’an’ı asrın idrakine okutmak, öğrencilerin ihtiyaçlarını karşılamak gibi- varlık sebepleri Allah’ın rızasını kazanmaktır. Rabbini bilen, ibadet eden, kulların hukukuna dikkat eden insanlar yetiştirmektir. Bu türden insanların sayısını artırmak ve toplumun huzuruna, barışına katkı vermektir.
Esnaflar, varlıklı kimseler hep bunun için hayır kurumlarına, cemaat-tarikat teşekküllerine yardımcı olur, destek verir; imkanlarını oraya akıtır. Hocalar yeni, ahlaklı, terbiyeli bir nesil yetiştirmek için asgari şartlarda hayatını idame ettirecek imkanlarla ülkenin-dünyanın her yerinde hizmet eder, koşturur, çabalar. Hanımlar, ablalar çoluğunu, çocuğunu, eşini ihmal edecek şekilde vaktini hayır kuruluşlarına, tarikatlere verir.
PROFESYONELLEŞME ZAMANLA BÜROKRASİYİ ‘BELİRLEYİCİ’ KILAR
Ancak bütün hareketlerde olduğu gibi cemaat-tarikat hizmetlerini, faaliyetlerini hep aynı safiyette sürdürmek mümkün olmaz. Zamanla profesyonelleşme oluşur. Yetkiler, hiyerarşiler ortaya çıkar. Abiler, ablalar, vekiller, şeyhler, hocalar sınıfı oluşur ve bunlar Rızayı İlahi için bir araya gelen insanlar içinde “ayrıcalıklı”, “önemli”, “etkili” hale gelirler. Bir bürokrasi teşekkül eder ve bütün bürokratik yapılarda olduğu üzere yapı hantallaşır, asıl gayeden uzaklaşır. Öndekiler avantajlarını koruma, gücünü artırma eğilimine girer. İtaat ve biat kültürünün yoğunluğuna, istişare-meşveret ahlakının yokluğuna bağlı olarak Cemaat ve Tarikat yapılarında profesyoneller/bürokrasi belirleyici hale gelir. Bazen bilerek, bazen farkında olmadan insanların safiyet ve samimiyetini istismar edenler çıkar. Bir görevde-yerde çalışma süresi uzadıkça bulunduğu konumu, makamı, imkanları benimseme, sahiplenme artar. Dua/ibadet/zikir/eğitim gerekçesiyle, manevi-sosyal faaliyetlerde kullanmak için yapılan binalar yöneticilerin “işyeri”, hatta “makamı” haline gelebilir. Eğer etkili bir denetim, meşveret mekanizması kurulmazsa önde gelenler mekanı ve makamı kendine mal edebilir. Yöneticiler ihtiyaçlarından öte kendi beklentilerine, arzularına, bazen egolarına hitap eden sistemler kurmaya yönelirler.
Bir cemaatte-tarikatte gösterişli binalar, paralı işler öne çıktıysa o yapı maksadından uzaklaşmış, asli gayesine yabancılaşmış demektir. Şeffaflıktan, öz denetimden, açıklıktan uzaklaşan tarikat/cemaat yapılarının zamanla dar bir grubun menfaatlerinin odağı haline gelmesi muhtemeldir.
YAŞANAN EN BÜYÜK AÇMAZ
Tarih boyunca dindarları dâhil siyasetçiler-sultanlar din, ilim ve tasavvuf büyüklerini siyaseti yönünde hep kullanmak istemiştir. Kullanamadığında cezalandırma ve yok etme yolunu tercih etmiştir. İmamı Azam’dan, İmamı Rabbani’ye, Halidi Bağdadi’ye, Bedizüzzaman’dan Süleyman Efendi’ye, Es’ad Efendi’ye kadar bütün büyükler bu açmazı yaşamışlardır. Gerçekten manevi donanıma, basirete, ufka sahip olanlar siyasetin istismarından ve içteki yozlaşmanın çürütücü atmosferinden kitlesini kurtarabilmiştir. Ancak ilk çileleri çekenlerden sonra hazıra konan kuşaklar maddi-manevi birikimi hevesleri, dünyevi arzuları, egoları doğrultusunda eritmiş ve yozlaştırmışlardır. Şeyhe/lidere veya onların soyundan gelenlere atfedilen kutsiyet, manevi güç yanlışların görülmesini engellemiştir. Çürümeyi, kokuşmayı, çözülmeyi gören kişiler manevi söylemlerle, şeyhi-lideri koruma saikiyle püskürtülüp refüze edilmiştir. Cesaret gösterip sorgulayanlar karşılığı ve önemi olan birisi ise kısmi değişikliklere muvaffak olabilmiştir. Eleştiren, sorgulayanlar çoğu zaman “fitneci”, “oyun bozan”, şeklinde suçlamalara maruz kalmıştır.
Kol kırılır yen içinde kalır anlayışı kapalı yapıların en önemli açmazlarındandır. Bu anlayış sebebiyle çok yararlı, hayırlı işler yapmış tarikatler/hareketler çürümeye terkedilmiştir. Maalesef manevi yapılar içindeki bu tür çürümelerin maliyeti herhangi bir dernek-vakıf gibi değildir. Çürüme yozlaşma içtekilerin ümidini/şevkini kırarken, dıştakilerin nefret ve husumetini artırmaktadır.
SİYASETÇİLER HEP KONTROL ETMEK İSTEMİŞLERDİR
Öte yandan dünden bugüne siyasetçiler toplumda etkisi olan kişileri-yapıları kontrol etmek, yönlendirmek ve kullanabilmek için şeyhin-liderin yanına, tarikatın önemli noktalarına adamlarını koymuşlardır. İçteki adamlarını kullanarak bu yapıları bazen bölme, bazen karıştırma, bazen maniple etme faaliyetlerine girişmişlerdir. Cemaatler, tarikatlar hiçbir kusuru olmasa, her şeyi düzgün yapsalar dahi siyasetçilerin hedefi olmuştur. İmamı Azam’a kadar pek çok maneviyat büyüğü sadece toplumdaki etkinliği, tesiri nedeniyle yöneticilerin baskısına, zulmüne maruz kalmıştır. Çünkü siyasetçiler kontrol edemedikleri güçten hoşlanmaz. Yararlı olduğunu düşünse dahi bir gün kendi aleyhine olabileceği ihtimali üzerine o gücü kontrol etmek, edemiyorsa bitirmek ister.
Siyasetçilerin, devlet adamlarının cemaat ve tarikatleri kontrol etme yollarının en başında cemaatin-tarikatin önde gelenlerine ulufeler, makamlar, imkanlar dağıtmak gelir. Bu işler “kamu yararına”, “hayır işlerine destek olma” sebeplerle başlar; ama sonra bireysel çıkarlara, avantajlara doğru evrilir. Sosyal yapıların önündeki kişileri kirleten, makama, paraya, şöhrete bulaştıran siyasetçiler kirlenmiş kişiler üzerinden koca bir kitleyi yönlendirir, maniple edebilir.
İMKAN ÇOKSA İMTİHAN DA O KADAR BÜYÜK OLUYOR
Eskiden tarikatler, manevi yapılar “bir lokma bir hırka” anlayışıyla oldukça mütevazı şartlarda hizmet veriyordu. Günümüzde tarikatlerin-cemaatlerin devasa yapıları, binaları, şirketleri holdingleri, TV’leri, gazeteleri vs. var. Dolayısıyla imkân ne kadar çoksa imtihan da o kadar büyük oluyor. Makam ne kadar fazla ise onu gözleyen, bekleyen de o kadar çok oluyor. Artık tarikatler kuru bir posttan, boş duvarlardan oluşan mütevazı dergahlardan ibaret değil. Şaşalı binalar, plazalar, büyük şirketler, cirosu yüksek işletmeler var. Bunlar çoğunlukla piyasa şartlarına göre rekabet etmedikleri, cemaate yönelik ve ayrıcalıklı çalıştığı için çok karlılar, cazipler. Profesyonel işler yapılıyor ama işlerin başına o işlerin ehli profesyoneller konmuyor. Genelde tarikatin-cemaatin itibarlı adamları, şeyhe-lidere yakın kişiler yönetici yapılıyor. Mütevazi bir hayat yaşaması, maneviyatına dikkat beklenen şeyhe yakın kişiler, çocuklar, damatlar büyük imkanları olan şirketlerle, makamlarla, zenginliklerle imtihan oluyor.
Samimi duygularla ve mütevazi imkanlarla başlayan yapılar/şirketler yıllar içinde büyüyor, gelişiyor ve muazzam rakamlara ulaşıyor. İmkanlar-rakamlar büyüdükçe de imtihan büyüyor, fitne büyüyor, ihlas, samimiyet, dava düşüncesi azalıyor. Manevi amaçlarla kurulmuş, topluma hizmet etmesi gereken binalar-şirketler dar zümrelerin kontrolünde suiistimal edilebiliyor. Zamanla zenginlik, binalar imkanlar asli fonksiyonların, varlık sebebinin önüne geçiyor ve amaç haline geliyor. İşte buna yabancılaşma deniyor. Eğer bir yapıda, tarikatta, cemaatte araçlar amaç haline gelmişse, araçlar için amaçlardan, gaye-i hayalden, dava düşüncesinden tavizler veriliyorsa; idealler esnetilip sündürülüyorsa burada yabancılaşma var demektir.
İSTİŞARE, HESAP VERME, SORGULANMA…
Yabancılaşmanın, yozlaşmanın engellenmesi ise istişarenin, hesap vermenin sağlanmasıyla mümkündür. Soru sorulamaz, eleştirilemez, irdelenemez kişilerin olduğu ortamlarda gerçek manada meşveret-istişare olmaz. İslamın özüne de aykırı şekilde adeta ‘günahsız, vebalsiz, hata işlemez’ kabul edilen kişilerin-ailelerin olduğu durumda sorumluyu bulmak ve hesaba çekmek imkansızdır. O nedenledir ki manevi anlam yüklenen insanların ve onların yakınlarının paralı, makamlı, imkanlı işlere bulaşmaması en doğrusudur.
Sol bir gazetede “artık tarikatler cemaatler şirke değil, şirketlere duyarlı” şeklinde bir eleştiri okumuştum. Maalesef şu anda pek çok cemaat-tarikat zikre, ibadete, tebliğe, tevhide, adalete, hakka değil; şirketlere, çıkarlara, aidiyete, kendilerine sunulan binalara, imkanlara duyarlı.