İşte Faruk Mercan'ın yazısı
Esaretin Bedeli: Türk medyası nasıl Saray’ın kölesi oldu?
Birkaç gün önce Washington’da bir panel yapılıyor. Hürriyet gazetesinin sahibi Aydın Doğan’ın kızı panelde şöyle diyor:
“İslamofobi zehirlidir, İslamofobiyi yenmemiz gerekir. İslamofobi ile teröristlerin eline propaganda aracı veriyoruz.”
Daha da şaşırtıcı olan, Washington’daki bu “İslamofobi ile Mücadele” panelini bizzat Doğan grubunun düzenlemesi...
Yayın hayatına başladığı 1948 yılından beri, arşivinde tonlarca “İslam fobisi” haberi olan Hürriyet gazetesi, şimdi “İslam fobisi” mücadele ediyor!..
Bu tuhaflığa Profesör Tayfun Atay şöyle işaret etti:
“Selefiliğe teslim olmuş iktidarın içeride uyguladığı İslamofaşizme itiraz etmeden, dışarıda İslamofobi’den şikayet etmenin bir anlamı yok...”
Evet, nasıl oldu da, İktidarın Başı için “Artık muhtar bile olamaz” manşetini atan Aydın Doğan, bugün aynı şahsın uyguladığı “İslamofaşizm” projsine itiraz etmiyor ve hatta ona “Başkomutanım” diyor?
Doğan’ın damadı, İktidarın Başı’nın damadı ile yazışmalarında böyle diyor:
“Cumhurbaşkanımıza Başkomutanım diyorum. Çok hoşuna gidiyor.”
Ankara’da bizzat şahit oldum. İktidar’ın Başı’nın en büyük projelerinden biri, Aydın Doğan’ı hapse attırıp Hürriyet gazetesini ele geçirmekti. Bunu sağlayabileceği bir dosya vardı elinde: Aydın Doğan’ın 28 Şubat dosyası...
Aydın Doğan’ı esir alma sürecini böyle başlattı İktidarın Başı... 15 Temmuz gecesi, diyet borcu olarak Aydın Doğan’ın kanalını kullandı ve halkı sokağa çıkmaya çağırdı. Darbe teşebbüsü haber alınmış, o gece CNN Türk’te yapılacak yayın MİT tarafından önceden ayarlanmıştı.
Geçmişte Hürriyet’in yönetici ve yazarları ile ne zaman biraraya gelsek övünerek gazetenin kurucusu Sedat Simavi’nin şu sözlerini anlatırlardı:
“Gazeteci kardeşim, kalemini kır ama satma... Haber kaynağınla her zaman bir yumruk mesafesinde bulun, daha fazla yaklaşma. Çünkü bu mesafeyi muhafaza etmezsen, aleyhinde haber yapamazsın...”
Ne yazık ki şimdi ortada ne kırılacak kalem kaldı, ne de yumruk mesafesi...
Hürriyet grubu gazetecileri, Saray’ın neferleri oldular. Buna, “Stockholm sendromu” da diyebilirsiniz. Kendilerini rehin alan İktidarın Başı’nın oyuncağı, kölesi haline geldiler.
Türk medyası, tarihinde hiç bu kadar zelil bir duruma düşmedi. Telefonda İktidarın Başı’na ağlayan diğer medya patronunu hatırlayın.
İktidarın Başı, “Batsın bu gazeteciliğiniz” diye bağırıyor, medya patronu ağlıyordu. Bu konuşmadan sonra, Can Dündar, Hasan Cemal ve Derya Sazak gazeteden atıldılar.
Diğer medya patronu, azarı işitince Fatih Altaylı’yı görevden aldı, spor yazıları yazmaya mahkum etti. “Alo Fatih” grubu...
Bugün Türkiye’de hapiste olan gazetecilere bakın bir de İktidarın Başı’yla beraber olanlara...
Ali Bulaç hapiste...
Ahmet Altan hapiste...
Nazlı Ilıcak hapiste...
Mümtazer Türköne hapiste...
Mehmet Altan hapiste...
Şahin Alpay hapiste...
Ahmet Turan Alkan hapiste...
Hidayet Karaca hapiste...
Saray’ın polis şefi, nezarethanedeki Ali Bulaç’a boşuna “Reis’in kiymetini bilemedin Ali Bulaç, bak ne hallere düştün. Daha da sürüneceksin” demiyor.
Reis’in kıymetini bilen Doğu Perinçek dışarıda...
İlker Başbuğ, Reis’in kıymetini bildi ve dışarıda...
Aydın Doğan, Reis’in kıymetini bildi ve hapse girmekten kurtuldu...
Geçmişte İktidarın Başı tarafından kovulduğunda Cemaat’e sığınmış Ahmet Taşgetiren, şimdi kıymetini bildiği için dışarıda...
Herkes, kendi tercihini yapıyor.
28 yıl hapis ve sürgün yaşayan Bediuzzaman, “İzzetimle ölmeyi, zilletle yaşamaya tercih ederim. Ben ekmeksiz yaşarım, ama hürriyetsiz yaşayamam” demişti.
Ali Bulaç, tercihini Bediüzzaman gibi yaptı. Mümtazer Türköne, tercihini Necip Fazıl gibi yaptı.
Ahmet Altan ve Mehmet Altan, tercihlerini babaları Çetin Altan gibi yaptılar. Babalarının ölüm yıldönümünde Altan kardeşler hapisteydi.
İktidarın Başı’na teslim olup köle gibi yaşamak var, bir de hürriyeti tercih edip gerekirse olarak zindana düşmek var.
Hangisi hayat?...
Daha dün, “Muhtar bile olamazsın” dediğin adamın önünde diz çöküp “Başkomutanım” demek mi, yoksa “Gerekirse izzetimle ölürüm ama, zalime teslim olmam” demek mi?
Bu kirli ve karanlık dönemin işbirlikçisi olarak tarihe geçmek mi, yoksa bu dönemin mağdurlarından olmak mıdır yaşamak?
Bu tarihi günlerde herkes kendi tercihini yapıyor.
Nice esaretler, sonra birer kahramanlık hikayesine dönüşmüştür. Şu anda hapishanelerde esir tutulan binlerce insanın böyle birer hikayesi olacak...
Ama bazı esaretler de kölelikle sonuçlanır. Türk medyasının bugünkü hazin hikayesi gibi...
Ağlayan medya patronu olmak var, Alo Fatih olmak var, bir kaç kuruşluk dünya menfaati uğruna Sarayda diz çöküp dilencilik yapmak var.
Ama bir de Ali Bulaç, Mümtazer Türköne, Ahmet Altan, Mehmet Altan, Şahin Alpay, Ahmet Turan Alkan, Nazlı Ilıcak, Hidayet Karaca olmak var...
Bediuzzaman olmak var, bir de din kisvesi altında yapılan her türlü zulmün işbirlikçisi olmak, bir kaç günlük dünya saltanatı için başkalarına “Firak-ı Dalle” ifitirası atan Görmez olmak var...
Onların Görmez’i, Perinçek’i, Başbuğ’u, işbirlikçi medya patronları var... Bizim ise, Bediüzzaman’ın mirasını temsil eden ve bugün zindanlarda olan binlerce kahramanımız....