Vasiyetimdir, beni buraya gömün...

Uluslararası Türkçe Olimpiyatları vesilesiyle kaleme alınan bir yazı...

Vasiyetimdir, beni buraya gömün...

Türkçe Olimpiyatı'na muhteşem hüzün… Mutlu zamanlarımda daha çok hatırlarım, unutulmuşları, unuttuklarım, ihmal ettiklerim. Büyük başarıların arkasında duran meçhul kahramanları. Gövdesiyle durmaktan utananları. Adları, siluetleri, sesleri belirir bende. Türkiye bir haftadır 100 ülkeden gelen gençlerin yarıştığı 5. Uluslararası Türkçe Olimpiyatları'nın oluşturduğu, karanlıkları dağıtan büyük sevinci yaşıyor. Bir büyük çiçek buketi gibi insanlığa takdim edilen bu “muhteşem tablo” hayret ve hayranlıkla izleniyor. 2007'de bizim sesimiz, rengimiz, kültürümüz olan şarkı ve şiirleri İstanbul'da söyleyen dünya çocukları gururumuz olurken, ben şimdi -bugünden çok istikbale ait- bu anlamlı tabloyu izlerken on yedi yıl önce Anadolu'dan yola çıkan o genç erkekleri, genç kadınları hatırlamak istiyorum. Mutluluk hüzündür benim için. Hüzün içinde şükür vardır. Yüz ülkeden 500 çocuk İstanbul'da Türkçeyle anlaşıyorlar. “Sevgi dili” diyorlar dilimize. Çağları etkileyecek güçte tarihi bir başarıdır bu. Yapıp edenlerin tevazuuyla saklanma çabalarına rağmen ayan beyan gözüküyor, çağını aşan bir mefkurenin ilmek ilmek dokunuşunu. Ortada insanlık için inşa idilmiş Türk tarzı bir eğitim modeli var. Görüyoruz ki, o model, hangi ülkeye, hangi sisteme, hangi coğrafyaya, hangi kıtaya, hangi kültüre gittiyse hepsinde aynı ilgiyle, aynı sevgiyle karşılanmış ve aynı başarıyı yakalamış. Gençliğinin baharında binlerce insan, kimisi düğününden bir hafta sonra eşini alıp, kimisi de evin tek oğlu olduğu halde ana babasını ikna edip hayır dualarıyla yola çıkmışlar yıllar önce. Merkezinde “insan sevgisi” olan mefkureyle yurdundan yuvasından uçup giderken iki bavula sıkıştırmışlar hayatlarını. Dünyayı bu denli hafife almadan uzun yola çıkmak, yolda takılıp kalmamak, yol almak, dünyaya sevgi aşılamaya çalışmak kimin haddine ki… İyi ki gittiniz, ufkumuzu açtınız. Işık oldunuz, çiçekler saçtınız dünyaya. Şimdi açmış o çiçeklerle döndünüz güzel ülkenize. On yedi yılda, büyük kalplerinizle rengi, dini, dili ne olursa olsun insanı en hakikisinden sevmeyi sevda haline getirdiniz, kalpleri fethettiniz. Ey Türkiye; Gidip, o gençleri, o öğretmenleri, sevgiyle atan o kalpleri sınıfta, koridorlarda, yönetici odasında ya da veli ziyaretinde görüp hayranlıkla takdir etmeye kalktığınızda, karşınızda mahcubiyetten ter döken, iltifatkar sözlerinizden kaçmak için yer arayan insanları göreceksiniz. Onlar öyle bir sevdaya kapılmışlar ki, onu seciyelerinin gereği haline getirmişler. Çoğu zaman bu takdirlere bir anlam veremiyorlar. Çünkü başka türlü bir hayatı hiç düşünmemişler, kendilerini bu, eğitim hizmetine, insanlığa gönülden adamışlar. Tanıyorum onların binlercesini... Onlardan birisi olamadığıma, elimde bavul arkalarından yiğitçe o yola kutlu yolculuğa çıkamadığıma hayıflansam da, bir tesellim var, onları tanımayı ve uzaktan da olsa sevmeyi kendi adıma bir bahtiyarlık biliyorum. Her nimet her başa konmuyor. On yedi yıldır dışarıda yaşayan, kıtalar dolaşmış, Rusya'da, Afrika'da, Moğolistan'da, Avustralya'da Türkçe öğreten öğretmenler tanırım. Türkmenistan'da evlenmiş, üç ülkeyi geride bırakmış, üç çocuğu da üç ayrı ülkede doğmuş olanları da tanırım. Sibirbay'nın soğuğundan Kenya'nın sıcağına gidenleri de bilirim. Şükür ki bu ay sıtma olmadım diyenleri de bilirim… Maaş hesabı yapmayanları da… Adsız ve namsızların büyük gayretleriyle yeniden yeşeriyor dünya. Şubat soğuğunu Moskova'da yaşmıştım 2002 yılında. 56. Nolu Uluslararası Moskova Türk lisesinde çalışan bir arkadaşımın daveti üzerine gitmiştim. Kızıl meydan bulutların üstüne konmuş gibi bembeyazdı. Bizim İstanbul soğuklarını bir hayli aratıyordu, sertti, yakıcıydı, insanın içine burnunun ve kulaklarının yerinde durduğu konuşunda şüphe düşürüyordu. İliklerime kadar üşüdüğüm tek andır o. Aynı günün akşamında Türkiye'den giden genç öğretmenleri, eşlerini ve çocuklarını tanıyınca hayatımda üşümekten utandığım bir başka ilk ve tek anı daha yaşadım Moskova'da. Moskova'nın soğuğunda üşümekten dem vurmayan, Afrika'nın yakıcı çöl sıcağında bir nebze olsun şikayet etmeyen, gittikleri yerleri vatanları bilen, ayağını bastığında “vasiyetimdir; ölürsem Anadolu'daki anamı, babamı ikna edin de beni buraya gömün” diyen kendini aşmış muhteşem gençleri düşündüğümde yeniden hatırlarım üşüdüğüm o anı ve bir kere daha utanır, derinden pişmanlık yaşarım. Sırf Türkiye'den geldiği için o kişiyi evinde misafir etme yarışına giren, hiç değilse bir bardak çayını, bir fincan kahvesini ikram etmeyi nimet gören o fedakar öğretmenlerin fedakar eşlerini hatırlayınca utanmak bize düşer her zaman. Ve hiç unutmam yedi yaşındaki Sinan'ın gözlerini. O gece birkaç ev dolaştık, gönül aldık, gönül verdik ve vakit vedaya gelince Sinan babasının elinden tuttuğu halde “son darbe” dediğim o cümleyi sarf etti; “bizim eve gelmeyecek misiniz”. Göz göze geldik, kanım donmuştu ama gidemedik Sinan'ın evine. Sinan'ın siyah gözleri bir daha düşmedi gözlerimden. Bir buruk hayattır bende kalan o geceden. Bir güzellik varsa onu yaşayanlar olduğu gibi, o güzelliğin yaşanması için çok önceden ter döken, sancı çeken, emek veren gizli kahramanlar da vardır. Öndekilerin sevincine ortak olurken, mahcubiyetle arkada duranların hüznüne ortak olmaya varım ben. Onlar en sıcak ülkeden en soğuğuna kadar yeryüzünün her yerindeler. Soğuktan üşüdüklerinde de, sıcaktan bunalacak hale geldiklerinde de aynı yere “içlerindeki büyük insanlık sevgisine” sığınırlar. Yalnızlığın, kimsesizliğin, aşina bir sese hasretin içlerini kavurduğunda da öyle. Çünkü sevgiyi sevip düşmanlığa düşman olanlar için sevgi insanı yaşatan bir iksirdir. Olimpiyatın bu büyük başarısı benim için büyük bir hüzündür. Hüzün ki insana yakışır ve içinde binlerce şükür barındırır. Biliyorum ki, başarı onları hüzünlendirir, mahcubiyetle kaçarlar oradan. Sinan'ın siyah gözleri hala gözlerimdedir ve sürüp gider utancım… Mehmet GündemYenişafak
<< Önceki Haber Vasiyetimdir, beni buraya gömün... Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER