Seyfettin Gürsel / T24
Türkiye ekonomisi bilinmeyen denizlere dümen kırdı
Son zamanlarda kafamı en çok şu soru kurcalıyor: Adını ne koyarsanız koyun Türkiye ekonomisinin içine düştüğü şiddetli türbülans ne kadar sürecek ve ne kadar hasar verecek? Yazımın biraz gizemli duran başlığıyla ima etmeye çalıştığım meramımı şöyle de ifade edebilirim:
Türkiye ekonomisi bu kez daha önce yaşamadığımız türden uzun sürecek bir yüksek enflasyon-düşük büyüme-yüksek işsizlik patikasına girmiş olabilir mi? Durum böyle ise bu patikadan çıkış nasıl olacak ve ne kadar zaman alacak?
Geçmişin krizleri
Türkiye 1958’den başlayarak son yarım yüzyılda pek çok ekonomik kriz yaşadı. Bu krizler ister dışa kapalı komuta ekonomisi döneminde ister dışa açık piyasa ekonomisi döneminde olsun, 2008-09 küresel kriz istisnası dışında, işbaşındaki hükümetlerin yanlış iktisat politikaları sonucu ortaya çıktı. Yani “ev yapımı” krizlerdi. Ortak özellikleri üç noktada özetlenebilir:
İlk aşamada milli gelir şiddetle daralır, ardından hükümet IMF ile istikrar anlaşması imzalar, anlaşmanın sağladığı taze kaynak ve güven ile ekonomik çarklar yeniden harekete geçer ve ekonomi süratle krizden çıkardı. İniş ve çıkış yaklaşık 2 yıl sürer, GSYH’nın devinimi de tipik bir “V” eğrisi çizerdi.
AKP iktidarının kriz deneyimi küresel kriz dönemiyle sınırlı. 2008’in son çeyreğinden itibaren ekonomi şiddetle daralmaya başlamış, daralma 2009’un ilk çeyreğinde devam etmiş ancak ardından ekonomi büyük bir hızla toparlanmıştı. Şiddetli daralma küresel krizin hediyesiydi. Yükselmekte olan cari açık, TL’nin aşırı değerli durumu ve küresel düzeydeki panik havası Ekim 2008’de TL’de büyük değer kaybına neden olmuş, bu şokun yarattığı finansal türbülans da, yatırımlar, kısmen de tüketim üzerinden milli gelirde sert bir düşüşe neden olmuştu. Üzerinde pek durulmayan bir diğer etken de psikolojik türdendi: Firmalar panikleyerek üretimi azaltıp stoklarını eritmeye koyulmuştu.
Buna karşılık banka sistemi 2001 krizinin ardından yapılan sistemik reformlar sayesinde sıkı kontrol altındaydı ve sağlamdı. 2003-2007 döneminde kamu borcu yüksek büyüme sayesinde inişte, özel kesimin döviz borcu ise düşük düzeylerdeydi. Uluslararası piyasa Fed’in QE politikaları sayesinde nakit bolluğu içinde yüzüyordu. Taze kaynak rahatlıkla sağlandı. Dolayısıyla IMF’ye ihtiyaç yoktu. Dahası TCMB bu bolluğu ve sıfıra dayanan uluslararası faizleri fırsat bilerek fonlama faizini büyük ölçüde düşürmüştü.
Bu kez durum farklı
Bu kez ekonomi hızla daralmayabilir ama iyice katılaşmış yüksek enflasyon ortamında düşük büyümenin yaratacağı sorunlarla uzun süre cebelleşmek zorunda kalabiliriz. Bugünkü durum geçmişin krizleriyle cari açık, para politikasında vahim hatalar ve nihayetinde kur şoku gibi bazı ortak özelliklere sahip olsa da pek çok açıdan farklılar arz ediyor.
Bu kez şiddetli bir daralma yaşanmasa bile yıllar sürebilecek bir düşük büyüme tehdidi ile karşı karşıya olduğumuz tartışılmaya değer. Bana göre, ki bu görüşü pek çok meslektaşın da paylaştığını biliyorum, geçmiş deneyimlere kıyasla en önemli farklılık özel firmaların türbülansa yüksek döviz borcuyla yakalanmasında yatıyor. TL cinsinden borçlar da küçümsenmeyecek düzeylerde. Bir diğer vehamet, baş döndüren bir hızla yükselen enflasyonun kredi faizlerini dayanılmaz düzeylere yükseltmiş olması. Borçları çevirmede çok büyük güçlükler yaşanıyor. Ticaret bakanının açıklamasına göre şimdiden 356 firma resmen konkordato ilan etmiş durumda. Ne kadarının kuyrukta beklediğini ise bilmiyoruz.
Bu durum bankaları da zorlamaya başladı. Bir yandan yüksek faizle dahi kredi vermekten çekiniyorlar diğer yandan çığ gibi büyüyen yeniden yapılandırma talepleriyle nasıl başa çıkacaklarını bilemiyorlar; kim kurtarılmaya değer kim değmez? Kestirmeleri hiç kolay değil çünkü bu alanda geçmiş deneyimleri yok.
Borçların yeniden yapılandırılması için taze ve ucuz kaynağa şiddetle ihtiyaç var ama artık uluslararası piyasada nakit bolluğu sona erdi. Dış kredilerin maliyeti iyice yükseldi. Kısa süre önce bakan Albayrak 2023 vadeli Avro cinsinden Hazine tahviline büyük talep olduğunu iftiharla açıkladıktan sonra yatırımcı güveninin geri gelmekte olduğunu iddia etmişti. Ancak sayın bakan bu tahvillerin yüzde 7,5 faizle (Avro faizi) alıcı bulduğunu belirtmekten nedense imtina etmişti.
Yerli ve yabancı yatırımcılar sermaye hareketlerinin serbest olduğu dışa açık bir piyasa ekonomisinin mevcut iktidar tarafından etkin bir şekilde yönetilebileceğine dair kuşku duymaya devam devam ediyorlar. IMF ile işbirliğine gitmeden güvenin yeniden kazanılması ve bu sayede yeterli ucuz kaynağın uluslararası piyasalardan nasıl sağlanacağı tam bir muamma. Geçmiş krizlerde hükümetler yarattıkları bunalımlardan bir an önce kurtulmak için IMF’nin kapısını çalmaktan başka çareleri kalmadığını biliyorlardı. Belki de geçmiş ile bugün arasındaki en can alıcı farklılık tek karar alıcı konumundaki Cumhurbaşkanı’nın bu kapıyı anlaşılması zor gerekçelerle tamamen (?) kapatmış olması.
İktisat politikalarına duyulan yoğun güvensizlik ortamında iyice katılaşan enflasyonun tek haneye indirilmesi uzun süre faizlerin yüksek düzeylerde tutulmasını gerektiriyor. TCMB lafta bu tatsız gerçeği zaten itiraf ediyor. Tam bir köşeye sıkışmışlık durumu söz konusu. Bu koşullarda iç talebin büyümeyi eskisi gibi sırtlaması olanaksız. Büyümeye her krizde olduğu gibi sadece net ihracat katkı yapacak. Ancak bu katkı düşük büyümeyi yüzde 4-5 civarına yükseltmeye yetecek güçte değil.
Büyük sorun işsizlik
Bu noktada Türkiye’nin en ağır ekonomi-politik sorunlarından biri karşımıza çıkıyor: İşsizlik. Son krizden bu yana işsizlik yüksek büyüme oranlarına ve büyümenin yüksek istihdam yaratma (özellikle hizmetlerde) kapasitesine rağmen yüzde 10 civarında dalgalandı. Nedenleri başka bir yazının konusu. Şimdilik başlıca nedenin iş gücünde yaşanan güçlü artışlar olduğunu belirtmekle yetineyim. Geçen şubattan itibaren işsizlik inşaat sektöründeki durgunluk nedeniyle yükselişte; 5 ay içinde (Şubat-Temmuz) yüzde 9,9’dan 11’e yükseldi. Yani işe alımların görece güçlü seyrettiği, kitlesel işten çıkarmaların henüz başlamadığı bir dönemde işsizlik artış eğilimindeydi.
Öte yandan, GSYH artışı yüzde 4’ün altına düştüğünde iş gücü artışını karşılayacak kadar istihdam yaratılamadığını da biliyoruz. Bu koşullar altında ekonomik büyüme pozitif alanda kalsa bile yüzde 2-3 civarına indiği ve bu düzeyde uzunca süre kaldığı takdirde işsizliğin iki-üç yıl içinde yüzde 15’e kadar yükselebileceğini rahatlıkla kestirebiliriz.
Şimdi şu soruyu sorabiliriz:
“Zorlukların artık geçmişte kaldığı” iddiasındaki ve bence inancındaki bir iktidar, istenilen hızda düşmeyen bir enflasyon, yerinde sayan ortalama gelir ve giderek yükselen bir işsizlik gerçeği ile karşı karşıya olduğunu idrak ettiğinde nasıl bir tepki verecektir? Yanıtlar muhtelif. Gelişmeler belirginleşmeye başlayınca muhtemel yanıtları tartışırız.