Mimarlık tarihçisi Uğur Tanyeli, TOKİ'yi 'antidemokratik dayatmalar yapan bir örgüt' olarak niteleyerek, "Türkiye en vahşi mimari kentsel girişimlerden birini yaşıyor, bu alanda Çin'le ortak zeminde ilerliyoruz" dedi. Tanyeli'ye göre, Sulukule ve Tarlabaşı gibi kentsel dönüşüm projeleri 'yoksulun cebinden aldığınız parayı daha varlıklının cebine aktarma meselesi.'
Bilgi Üniversitesi Mimarlık Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Uğur Tanyeli'nin diken.com.tr'den Orbay Soydan'ın bazı sorularına verdiği cevaplar şöyle:
"(…)
TOKİ ANTİDEMOKRATİK DAYATMALAR YAPIYOR
Peki, TOKİ'nin mimarlık konularını bu kadar çok denetim altına almasına ne diyorsunuz?
Bir kere devletin doğrudan doğruya bütün Türkiye'deki konut sektörüne ayar verecek bir örgüt kurmasını doğru bulmuyorum. Demokratik olmayı geçtim, bu yaklaşım kapitalist sistemin işlerliği bağlamında da problemli bir şey. Örneğin, kamu otoritesi kendi yurttaşlarıyla ekonomik rekabete girmemelidir. Onun ötesinde, TOKİ'nin ideolojik dayatma diyebileceğimiz bir tavırla çalıştığını da görüyoruz.
'Biz her kentte kendi kimliğimize, tarihsel geçmişimize uygun binalar yapacağız' demeye başladığınız zaman bu ideolojik dayatma olur. Bir kere hepimizin başka başka kimlik tahayyülü var. Hepimizin üzerinde uzlaşabileceği bir İstanbul veya Mardin veya İzmir tahayyülü mü var ki o tahayyüle uygun konutlar yapalım.
Demokrasi herkesin kendi kimliğine ve tarihsel varoluşuna karar verme özgürlüğü olduğuna göre kendi kimliğimize kendimiz karar veremeyeceksek, bizim yerimize bir otorite karar verecekse ve bunu da mimarlık ve konut aracıyla yapacaksa, bu antidemokratiktir. TOKİ bu tür antidemokratik dayatmalar yapan bir örgüt.
(…)
Sizce büyük kamu binaları otoriter bir rejime mi işaret ediyor?
Böyle bir zorunlu bağıntı yok. Ama, diyelim ki, adliye binanızı dev, ezici bir kitle olarak yapıyorsanız hiç kuşkusuz bu bir şey söylüyordur. Ancak adliye binanız diyelim ki yalın, küçük parçalardan oluşan, evinizin sıcaklığını çağrıştıran bir yapıysa, böyle bir mimarinin size öncekiyle aynı derecede otoriter bir imaj vermesi ihtimali herhalde daha düşük olur.
Örneğin, İstanbul Çağlayan Adliyesi'nin sadece büyüklüyle, katı simetrisiyle bile bize bir şeyler söylemek için tasarlandığını düşünmek zorundayız.
Her yapı sayısız biçimde yapılabilir. Sonsuz sayıdaki seçenekler içinden bir tanesini seçip ona karar verme imkanımız bir özgürlüktür. O karar verdiğimiz şeyi herkesin kendince farklı biçimlerde okuma, anlamlandırma şansına sahip olması da bir diğer özgürlüktür. Ne var ki, örneğin, anıtsal bir adliye mimarisi yargıya ilişkin bağlayıcı bir söz söylüyordur, anıtsal olmayan bir adliyemiz varsa başka sözler söyleme şansımız doğar.
Söz gelimi, 19. yüzyıl ABD'sinde olduğu gibi Antik Yunan dünyasına referans veren bir adliye binanız varsa, bunun Antik Yunan demokrasisine verilmiş bir referans olduğunu da düşünebiliriz. Zaten onun için öyle yapılmıştır.
Öte yandan Türkiye'deki kamu binaları son yıllarda çok konuşkan olmaya başladı. Bu kendi başına ciddi bir endişe kaynağı olmalı. Bu sadece mimari bir sorun olmanın ötesinde üzerinde epeyce düşünülmesi gereken bir siyasal katılaşmaya işaret ediyor.
(…)
Bu durumda Beyoğlu, Balat ve başka birçok yerde gerçekleşen kentsel dönüşüm bize ne söylüyor?
Dönüşüm meselesi karmaşık bir konu. Dönüşüm kentin içinde aynı zamanda dönüşüme tabi olan yerde eskiden yaşayanlara bir tür rüşvet verme, sanki daha iyi koşullar sağlıyormuş gibi yapma, ama müteahhite ve yatırımcıya da kazandırma mekanizması.
İstanbul gibi aslında arsa arzının kentin konumu nedeniyle küçük olduğu bir yerde Balat, ağız sulandırıyor. Örneğin, Beyoğlu'nun yanıbaşındaki Tarlabaşı ağız sulandırıyor, çünkü yoksullar yaşıyor. Burayı görenler diyor ki, 'Burada çok değerli olabilecek bir yer var ve buradaki arsalar para bile etmiyor.' Burada kimler yaşıyor? Kentin en yoksul kesimlerini temsil eden gruplar. Sulukule'de olduğu gibi 'Bunlar Roman, zaten toplumun içinde anlamlı bir yerleri yok' biçiminde düşünülüyor.
Ama aslına bakarsanız burada yapılan yoksulun cebinden aldığınız parayı daha varlıklının cebine aktarma meselesi. Bunun gayriahlaki boyutu, tarihsel boyutundan daha önemli bence. Birinin cebinden aldığınız parayı başkasının cebine aktarıyorsunuz ve ona söz hakkı bile tanımıyorsunuz. Nişantaşı'nda bir arsanız varsa biri gelip 'Burayı dönüştürüp zorla inşaat yapacağım' diye dayatabiliyor mu? Hayır! Nişantaşı'ndaki mülkünüzü ister satar ister satmazsınız. Ama Sulukule'de, Tarlabaşı'nda yaşayan insana, 'İster kabul et ister etme, alacağım ve dönüştüreceğim' diyorsunuz. 'Ben alacağım' diye konuşmaya başladığınız zaman orada demokratik bir sistemden söz edilemez.
Bu bir anlamda dönüşüme maruz bırakılan gruplara terör uygulamaktır, açık biçimde şiddettir. Siz yoksula diyorsunuz ki, 'Ben sana daha iyi bir yer vereceğim.' Belki daha büyük bir daire veriyorsunuz, ama onun seçimi olmayan bir yerde veriyorsunuz. Sulukule'den sürülenlere olduğu gibi şehrin 35 km ötesinden daire veriyorsunuz. Bakınız, yoksulluğun temel dinamiklerinden biri de ulaştırma olanaklarını kullanma şansınızın düşmesidir. Siz 35 km öteye bu insanı atıyorsanız, bu insan orada barınamaz demektir. O bölgeden uzaklaşıp gidecektir.
Bütün bunları yapma hakkınız olduğunu düşünüyorsanız, epey problemli bir duruma işaret eder bu. Maalesef Türkiye en vahşi mimari kentsel girişimlerden birini yaşıyor. Bu alanda Çin ile ortak zeminde ilerliyoruz. Çin'de de durum çok farklı değil, orada da herkesi zorunlu olarak eski kentsel alanlardan çıkarıyorlar, 'Burayı dönüştüreceğiz' diyorlar ve kimseye söz hakkı vermiyorlar, Şanghay'ın Pudong bölgesindeki, Chongking kentindeki gökdelenler böyle yapıldı. Çin gibi açıkça antidemokratik bir ülkeyle aynı yaklaşımları, yöntemleri uyguluyorsak, bununla herhalde övünemeyiz."
CİHAN