DW: Bay Seufert, temel bir soru: Türkiye’nin Kıbrıs açıklarındaki sondaj çalışmaları uluslararası hukukla hangi açıdan çelişiyor?
Günter Seufert: Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (UNCLOS) 1994 yılında yürürlüğe girdi ve şu anda örf hukuku olarak kabul görüyor. Türkiye, Doğu Akdeniz’e kıyısı olan diğer ülkelerin aksine bu sözleşmeye dahil olmadı. Şu an Yunanistan, Kıbrıs Cumhuriyeti, İsrail, Mısır ve belli ölçüde Lübnan, UNCLOS temelinde imzaladıkları karşılıklı anlaşmalarla, münhasır ekonomik bölgelerinin sınırlarını çizdiler. Türkiye ise Deniz Hukuku Sözleşmesi’nde yer almadığı için, diğer Akdeniz ülkeleri arasında yapılan bu ikili anlaşmaların geçerliliğini sorguluyor. Ankara böylece Doğu Akdeniz’de kullanım haklarının barışçıl bir yolla bölüşülmesinin de altını oymuş oluyor. Türkiye attığı bu adımla Türkiye karşıtı bir cephe oluşmasına neden oldu ve bölgede yalnızlaştırılmayı provoke etti. Simdi bu yalnızlığı kırabilmek için askeri tehditleri ve uluslararası hukuka aykırı faaliyetleri deniyor.
Türkiye hükümeti Kıbrıs sularında sondaj çalışmalarına başlamadan önce bu gelişmelerin olabileceğini, yani Akdeniz’in doğusundaki diğer ülkelerin kendine karşı tavır alacaklarını ve yalnızlaşacağını düşünemedi mi?
Ben yanlış bir öngörüde bulunduklarını düşünüyorum. Aslında Türkiye’nin pozisyonunda değişen bir durum yok. Ankara, Kıbrıs’taki Türklerin de Rumlar gibi adanın bir parçası olduğunu belirterek, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, Kıbrıs sularındaki doğalgazı Kıbrıslı Türklerle paylaşması gerektiğini savunuyor. Türkiye’ye göre Kıbrıslı Türkler, en başından itibaren, yani sondaj bölgesinde yapılan ilk araştırmalarda, sıvılaştırma tesislerinin inşasında ve daha sonra satış aşamasında vs. sürece dahil edilmeli. Ankara’nın bu tavrı yeni değil. Yeni olan şu: Türkiye'nin bölgede hedeflerini kabul ettirebilmek için kendine destek olabilecek bir müttefiki kalmadı. Bu yüzden savunduğu pozisyonu kabul ettirebilmek ve alan açabilmek için askeri bir dil kullanarak ordusunu devreye sokma tehdidinde bulunuyor.
Türkiye doğalgaz sondaj faaliyetleri ile kendini sadece Doğu Akdeniz’de izole etmiyor. Avrupa Birliği, üyesi Kıbrıs’a sahip çıkarak Ankara aleyhine yaptırımlar uygulama kararı aldı. Avrupa Birliği perspektifini tamamen kaybetmek, Türkiye’nin göze alabileceği bir şey mi?
Türkiye için bunun çok da önemi yok gibi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın birkaç gün önce söyledikleri bazı şeyleri açıklıyor. Ülkesinin Avrupa ile yaptığı ekonomik anlaşmalara ve Amerika Birleşik Devletleri ile olan askeri ittifaka rağmen, ona göre Türkiye’ye yönelik asıl tehlikenin Batı devletlerinden geldiğini ifade etmişti. Düşünebiliyor musunuz, şu an iktidarda olan Türk hükümetine göre, ülkenin güvenlik siyaseti açısından başa çıkılması gereken asıl sorun ABD. Yani Türkiye bugün kendini Rusya’dan çok ABD tarafından tehdit altında hissediyor. Bu da Avrupa Birliği "yaptırımcıkları”nın ve bunun beraberinde getirdiği Ankara’ya karşı artan siyasi mesafenin Türkiye açısından çok da dikkate alınacak bir tarafı yok.
Bugünlerde Kıbrıs’ta ilginç bir oyun izliyoruz. Hem Kıbrıs Cumhuriyeti Başkanı, Kıbrıs Rumu Nikos Anastasiadis, hem de Kıbrıslı Türklerin lideri Mustafa Akıncı, yerinde sayan, Kıbrıs’ın yeniden birleşmesine yönelik görüşmelere ivme kazandırmak istediklerini ifade ediyor. Öte yandan Ankara, Gazimağusa kentinde bir donanma üssü kurmayı planladığını açıklıyor. Bugüne dek, olası bir birleşme durumunda bu kentin Rumlara verilmesi öngörülüyordu. Bütün bunlar birbirine nasıl uyuyor?
Gazimağusa’ya yapılması planlanan donanma üssü, Türk dış politikasında, Doğu Akdeniz özelinde yaşanan militaristleşmenin bir parçası. Ankara yine Kıbrıs'ta asker bulundurmayı Türkiye’nin güvenliği adına bir koşul olarak gördüğünü dile getirmeye başladı. Bu da, Kıbrıs sorununun öncelikli olarak Türkiye’nin güvenlik çıkarları açısından değerlendirildiği, Ankara'nın AKP iktidarı öncesi resmi tavrına denk düşüyor. Kıbrıs’ta her iki halkın liderinin yeniden müzakerelerden söz etmeye başlaması ise bambaşka bir konu. Her iki isim, uluslararası meşruiyete sahip olmak ya da sahip oldukları meşruiyeti korumak için çaba sarf ediyor. Bu da ancak, dışarıya karşı en azından sanki Kıbrıs sorununa çözüm arıyormuş gibi davranarak mümkün olabilir. İki isimden birinin bile bu konuda ciddi olduğundan şüphelerim var. Kıbrıslı Rumlar, 2004 yılında dönemin Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan tarafından geliştirilen planı reddederek bir fırsatı heba ettiler. Kıbrıslı Türkler ise, daha sonraki yıllarda ortaya çıkan uzlaşma fırsatlarını değerlendirmediler.
Günter Seufert 2010 yılından bu yana Berlin merkezli düşünce kuruluşu Bilim ve Politika Vakfı’nın Türkiye ve Kıbrıs sorumlusu. Öncesinde bu iki ülkede yaşayan ve öğretim görevlisi olarak çalışan Seufert’in, Türkiye ve Kıbrıs Sorunu hakkında kaleme aldığı kitapları ve çok sayıda araştırması bulunuyor.
(Panagiotis Kouparanis - Deutsche Welle Türkçe)