Gazeteduvar.com tarafından çevrilen, Prof. Acemoğlu'nun Bloomberg sitesine yazdığı ‘Türkiye’nin ilerlemesi için geçmişe bakması şart’ başlıklı makalede, Türkiye için birçok reçete önerildiğine dikkat çekip “Türkiye’nin yapması gereken şey hem daha basit hem de daha zor: Kurumlarındaki baş aşağı gidişi tersine çevirmek” teşhisi koydu.
‘MALİ MÜHENDİSLİK DEĞİL, DEMOKRASİ GEREKİYOR’
Acemoğlu, “Krizin kökleri kaypak yabancı yatırımcılarda veya kaprisli bir Amerikan başkanının tweet fırtınalarında değil, yapısal sorunlarda yatıyor” ifadelerini kullandı; “Kurumsal sorunlardan dolayı sıkıntı yaşayan bir ekonomiyi sermaye kontrollerinin veya mali mühendisliğin başka formlarının mucizevi bir şekilde iyileştirmesini umut etmek yerine, Türkiye ekonomisinin neye ihtiyacı olduğu konusunda net olmak daha iyi: Demokratik kurumlar tarafından garanti edilen daha kapsayıcı ekonomik kurumlar” dedi. Acemoğlu, hükümete bir dizi öneri getirmekle beraber karamsar bir tablo çizdi. Makalenin tercümesi şöyle:
‘KURUMLAR BAŞ AŞAĞI GİDİYOR’
“Lira krizi manşetlerden düştü ama Türkiye hükümetinin değer kaybını durdurmak için aldığı geçici önlemler ekonomide sıkıntı yaratan şeyleri düzeltmeyecek. Eli kulağında olan başka krizler var: ABD Başkanı Donald Trump ile Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan arasında Amerikalı Pastör Andrew Brunson’ın geleceğine ilişkin yaşanan tartışmanın ardından, Türkiye’nin devasa cari hesap açığını finanse eden yabancı sermaye akışı kurudu. Ağır borç altında olan özel sektör, özellikle de gayrı menkul ve inşaat şirketleri topun ağzında.
Ankara bu karmaşadan nasıl çıkar? Politika reçeteleri konusunda bir bolluk söz konusu. Paul Krugman gibi bazıları, geçici sermaye kontrollerini ve döviz üzerinden borçların reddedilmesini önerdi. Başkaları, özel sektörün borcunu yeniden yapılandırarak, mali disiplini sıkılaştırarak ve belki de yeniden IMF’ye başvurarak kurumsal sektörü ve bankacılık sektörünü desteklemenin yollarına işaret ediyor. Fakat Türkiye’nin yapması gereken şey hem daha basit hem de daha zor: Kurumlarındaki başaşağı gidişi tersine çevirmek.
Krizin kökleri kaypak yabancı yatırımcılarda veya kaprisli bir Amerikan başkanının tweet fırtınalarında değil, yapısal sorunlarda yatıyor: Kurumsal sektörde düşük üretim, kredilerde sürdürülemez büyüme ve şirketlerin aşırı genişlemesi. Bu sorunların temelleri ise son 10 yılda ekonomik ve siyasi kurumlarda yaşanan gerilemede yatıyor.
‘BU KURUMLAR ESKİDEN GÜÇLÜYDÜ’
İşler her zaman böyle değildi. Çok da uzun olmayan bir süre önce, bu kurumların gücü Türkiye’nin hızlı ve yüksek kaliteli bir ekonomik büyümenin tadını çıkarmasını sağladı.
2002-2006 arasında, Türkiye’deki 2000-2001 mali krizinin ardından, ülke yılda yaklaşık yüzde 7.5 oranında büyümeye sahne oldu. Buna gayrı safi milli hasılanın yaklaşık yüzde 25’ine denk düşen yüksek yatırım ve sağlam bir verimlilik artışı eşlik etti; bu durum, Türk şirketlerinin daha verimli hale gelmesi ve daha yeni, daha iyi teknolojileri benimsemesi anlamına geliyordu.
Enflasyon frenlendi çünkü Merkez Bankası’na daha fazla otonomi verildi ve bütçelerin kontrol altına alınmasıyla siyasi amaçlı denetimsiz harcamalar dizginlendi. Hükümetle iş dünyası arasındaki ilişkilere, özellikle de devlet alımlarına bir miktar açıklık getirildi.
Bu reformlar yolsuzluğun ve müsrif harcamaların azaltılmasını sağladı ve, daha düşük olan borç çevirme gereksinimleri (azaltılmış enflasyonun bir faydası) ile birlikte tüm bunlar, harcamaların temel altyapı ve eğitim dahil daha verimli alanlara yöneltilmesini sağladı. Tabii ki endişe sebebi olan alanlar da vardı: En önemlisi, yargı hâlâ verimsizdi ve özerk olmaktan çok uzaktı. Fakat iyi haberler kötü haberleri bastırıyordu.
Bu süreçte ekonomik faaliyetlerin ağırlık merkezi de değişti. İstanbul’un uzağında, Türkiye ekonomisine on yıllar boyu hâkim olan büyük şirketlerle rekabet edebilen daha küçük ve genç şirketlerde güçlü büyüme yaşanıyordu.
‘2000’LERİN BAŞINDAKİ İLERLEMEYİ KRİZ SONRASI ÖNLEMLER SAĞLADI’
Tüm bunlar, bazı ekonomistler daha iyi politikalar tasarladığı için değil, daha fazla kapsayıcılık lehine yaşanan siyasi değişimler sayesinde mümkün olabildi. Bu değişimler en başta, Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi’nin, nüfusun daha yoksul ve daha muhafazakâr kesimlerinden olan tabanına yönelikti. Aynı zamanda, Türkiye’de orta sınıfın daha batılılaşmış kesimlerinin ve gençlerinin zincirlerini çıkarmasını sağladı. Türkiye’de ordunun hâkimiyetinin parçalanması demokratik bir nefes alma alanını ortaya çıkarıyor, bu da karşılığında ekonomik açılımların önünü açıyor ve yüksek kaliteli büyümenin temellerini atıyordu.
Siyasi açılımdan sağlanan bu ekonomik faydalar Türkiye’ye özgü değildi. Demokrasiye geçişlere sıklıkla ekonomik büyümede ani yükselişler eşlik eder.
Türkiye’de daha fazla demokrasiye doğru ilerleme büyük ölçüde, 2000’lerin başındaki hükümetler üzerindeki ekonomik ve siyasi kısıtlamalardan kaynaklandı. 2000-2001 krizinin sonrasında IMF’nin uyguladığı program, ekonomi politikaları için daha katı bir çerçeve belirledi ve kamu harcamaları ile devlet alımları da dahil, kurumsal reformlar dayattı. Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği girişimi de çok önemliydi; siyasi reformlar için bir diğer teşvik sebebiydi.
‘2006’DA TERSİNE DÖNMEYE BAŞLADI’
Ne yazık ki, tüm bunlar 2006 civarında son buldu. Eğer bu düzelmeleri sağlayan şey siyaset olduysa, onları alıp götüren şey de siyasetti.
Mali kriz sonrasında getirilen politika çerçevesi zayıflamaya başladı. AB’ye katılım süreci, 2005’te başlatılmasından kısa süre sonra zaten çözülmeye başlamıştı. AKP’nin 2007 genel seçimlerinde siyasi hâkimiyetini artırmasından sonra, yargının sınırlı orandaki bağımsızlığı ve verimliliği, medya özgürlüğü ile birlikte ortadan kalkmaya başladı.
Siyasetin açtığı yoldan ekonomi ilerledi. Hükümet, kamu kurumlarına bağımsızlığı geri almaya başladı. Merkez Bankası bir görev bilinciyle hükümetin talimatlarını yerine getirmeye başladı. Devlet alımları alanındaki reformlar zayıflamaya başladı, yolsuzluk ve kapı arkalarında yapılan anlaşmalar arttı. Özel sektörde, iktidar partisi ile iyi ilişkiler bir kez daha herhangi bir şirketin en kıymetli varlığı haline geldi.
‘ÜRETİM 10 YILDIR AZALIYOR’
Türkiye küresel resesyonu makul bir şekilde atlatmış olsa da, bunun ardından gelen büyümenin kalitesi düşüktü. Üretim son 10 yılın büyük kısmında düştü. Bu süreçteki büyüme inşaat patlamasına ve alıp yürüyen bir kredi genişlemesine dayanıyordu. Bu sürdürülemez büyüme lokomotifleri aynı zamanda, inatçı cari hesap açığını ve engellemesi zorlaşan enflasyonist baskıları oluşturdu.
Türkiye’nin sorunlarının kurumsal arka planını anlamak en az üç sebepten dolayı önemli. Öncelikle, mevcut krizin kökeninde yatan sebepleri ele almakta başarılı olmayan herhangi bir politikanın yüksek kaliteli büyümeyi yeniden tesis etmesi muhtemel değil. İkincisi, 2002-2006 arasındaki deneyim bir başka yolun, yani ekonomik ve siyasi kurumların düzeltilmesiyle sağlanan büyümenin mümkün olduğunu gösteriyor. Üçüncüsü, kısa vadedeki sorunun büyük kısmının yabancı sermaye kaçışından kaynaklanması nedeniyle, Türkiye ekonomisindeki yapısal sorunları ele alan bir strateji, yabancı yatırımcılara güven vererek kısa vadeli bir fayda sağlayabilir.
‘HANGİ ADIMLAR ATILMALI?’
Kurumsal sorunlardan dolayı sıkıntı yaşayan bir ekonomiyi sermaye kontrollerinin veya mali mühendisliğin başka formlarının mucizevi bir şekilde iyileştirmesini umut etmek yerine, Türkiye ekonomisinin neye ihtiyacı olduğu konusunda net olmak daha iyi: Demokratik kurumlar tarafından garanti edilen daha kapsayıcı ekonomik kurumlar.
Önemli adımlar şunları içerecektir: Yürütme yetkisine sahip başkanlığın geniş kapsamlı yetkilerini daraltmak; medyayı özgür bırakmak; iş adamı ve barış aktivisti Osman Kavala gibi siyasi mahkumları serbest bırakmak; Merkez Bankası ve mahkemeler gibi kamu kurumlarına bağımsızlık vermek; devlet alımları üzerindeki kontrolleri yeniden başlatmak; ve dış ve iç yatırımcılar için basit güven inşası önlemleri almak.
‘ÇÖZÜM AÇIK AMA ORAYA VARMAK KOLAY DEĞİL’
Fakat çözümün kolaylığı boş umut oluşturmamalı.
2000’lerin başında siyasi reforma izin veren koşullar bugün yok. Türkiye anayasasını daha otoriter bir yönde değiştirdi ve muhalefet de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı daha reformcu bir yola zorlayacak bir pozisyonda değil. Mahkemeler ve medya hükümet gücüne karşı artık hiçbir kontrol yetisine sahip değil. Aradan geçen yıllarda, kısmen AB’ye katılım sürecinin çökmesi, kısmen de Türk medyasındaki düzenli propaganda yağmuru nedeniyle, halk çok daha Batı karşıtı hale geldi. Temmuz 2016’da 300’den fazla insanın ölümüne yol açan darbe girişimi halkın ruhunu yaraladı ve ülkeyi daha da kutuplaştırdı.
Türkiye’nin ekonomik sorunlarından çıkış yolu açık görünse de, oraya varmak kolay değil.” (Çeviri: Gazete Duvar)