Robert Amsterdam'a para karşılığında, “Tahşiye” davası üzerinden Fethullah Gülen aleyhinde açtırılan dava için "Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve kontrolündeki AKP hükümetinin devleti ve yargıyı kişisel kinlerine ve intikam duygularına nasıl alet ettiğine dair önemli bir deneyim sunacak olan bu dava, uluslararası kamuoyuna da radikal İslamcı terör ve şiddet konusunda Erdoğan ve AKP hükümetinin nerede durduğuna dair ciddi bir fikir verecektir." diyen Bülent Keneş, ekledi:
"Bir tarafta eğitim, yardımlaşma ve kültürlerarası diyalog faaliyetleriyle İslam’ın barışçıl yüzünü temsil eden Hizmet Hareketi’ne ilham veren bir İslam alimi, diğer tarafta ise Usame Bin Ladin’e sempatisiyle, radikal terör örgütü el-Kaide’ye destek çağrısıyla anılan marjinal bir radikal İslamcı grup. Amsterdam’ın ABD’de olduğu gibi normal işleyen ve adaleti tesis için çabalayan bağımsız bir yargı mekanizmasında işi gerçekten zor gibi."
İşte, Bülent Keneş'in o analizi:
Bugün İstanbul’da başlayan ve benim de ilk celsesini izleme şansını bulduğum çok önemli bir davanın sadece Türkiye’de değil, Avrupa ve ABD’den de büyük bir ilgiyle takip edilmekte olduğunu düşünüyorum. Çünkü İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmeye başlanan “Tahşiyecilere kumpas” davasının sınır aşan etkileri olacak gibi. Tuhaf ama bu muhtemel etki için uygun zemini bizzat AKP hükümeti oluşturdu.
Malumunuz Türk vergi mükelleflerinden toplanan kamu parasıyla AKP hükümeti tarafından tutulan İngiliz hukuk firması “Amsterdam & Partners LLP”nin kurucusu Robert Amsterdam, 10 Aralık 2015 günü “Tahşiye” davası üzerinden Fethullah Gülen aleyhinde ABD’nin Pennsylvania eyaletinde mesnetsiz iddialarla bir dava açtı.
Tartışmalı da olsa meşhur bir avukat olarak Amsterdam’ın “Tahşiyeciler” diye bilinen radikal İslamcı yapı ile ilgili elbette ki yeterince bilgisi olduğu kanaatindeyim. AKP hükümetinden aldığı para ve talimat karşılığı bu davayı Amerikan yargı sistemine taşımakla nasıl bir süreci başlattığının bilincinde olduğuna da şüphe yok. Ancak Amerikalı yargı mercilerinin ve kamuoyunun bu konuda yeterli bilgiye sahip olmadığını tahmin edebiliyorum.
Türk yargısının içinde bulunduğu zavallı durumu bildiğimden İstanbul’da Salı sabahı başlayan davadan adil bir sonuç beklemesem de bilgi ihtiyacını önemli ölçüde gidereceğini umuyorum. Bu yüzden söz konusu davayı radikal İslamcı şiddete duyarlı Amerikan kamuoyunun yanı sıra ABD’li yetkililerin de yakından takip etmesinde büyük fayda görüyorum.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve kontrolündeki AKP hükümetinin devleti ve yargıyı kişisel kinlerine ve intikam duygularına nasıl alet ettiğine dair önemli bir deneyim sunacak olan bu dava, uluslararası kamuoyuna da radikal İslamcı terör ve şiddet konusunda Erdoğan ve AKP hükümetinin nerede durduğuna dair ciddi bir fikir verecektir.
Çünkü geçen hafta Fransız Le Monde gazetesinde yayınlanan makalesinde olduğu gibi tüm dünyada el-Kaide ve IŞİD benzeri radikal İslamcı şiddet ve terör örgütlerine karşı sesini yükseltebilen, enerjisinin çok önemli bir kısmını dünya barışı ile dinler ve kültürlerarası diyalog için harcayan İslam bazlı ender küresel sivil toplum hareketlerinden biri ve belki de en etkilisi olan Hizmet Hareketi’ne ilham veren Fethullah Gülen Hocaefendi'ye ABD’de açılan davanın kaynağını da bu mesnetsiz dava oluşturuyor.
Avukat Amsterdam’ın AKP hükümetinden aldığı para karşılığı ABD yargı mercilerinde savunmasını üstlendiği “Tahşiyeciler grubu”nu tanımak başta Amerikan yargı mercileri olmak üzere tüm uluslararası toplumun hakkı.
Öyleyse Tahşiyecileri hep birlikte biraz tanıyalım: Her şeyden önce, Türkiye’de devletin kurumları henüz yerli yerinde ve bağımsız yargı organı hala işlevselken istihbarat ve emniyet güçleri tarafından takip edilen ve haklarında raporlar hazırlanan Tahşiyeciler, o raporlarda şiddete ve radikal dinci teröre eğilimli bir İslamcı grup olarak tanıtılıyor.
Daha önemlisi Tahşiyecilerin bu raporlarda adı uluslararası radikal İslamcı terör örgütü el-Kaide ile birlikte anılıyor.
Öyle bir grup ki bu, İslam’daki “cihad” kavramından nefsin terbiyesinden ziyade, el-Kaide tarzı terörist yapılara katılarak Usame Bin Ladin gibi teröristlerin emrinde “kafir”lere karşı savaşmayı anlıyor.
Kendi marjinal anlayışı dışındaki her İslami anlayışı ise savaşılması gereken “kafir” kategorisine kolayca sokabiliyor.
“Cihat” dedikleri söz konusu mücadelede terör yöntemlerinin her türünü kullanmayı tasvip eden Tahşiyeciler, dinler arası diyaloğu ise baş düşmanları görüyor.
Bir tarafta eğitim, yardımlaşma ve kültürlerarası diyalog faaliyetleriyle İslam’ın barışçıl yüzünü temsil eden Hizmet Hareketi’ne ilham veren bir İslam alimi, diğer tarafta ise Usame Bin Ladin’e sempatisiyle, radikal terör örgütü el-Kaide’ye destek çağrısıyla anılan marjinal bir radikal İslamcı grup. Amsterdam’ın ABD’de olduğu gibi normal işleyen ve adaleti tesis için çabalayan bağımsız bir yargı mekanizmasında işi gerçekten zor gibi.
Dünyanın en barışçıl İslami (Islamic) sivil toplum hareketine karşı terör örgütü el-Kaide ile ilişkilendirilen bir radikal İslamcı grubu savunmak için ABD mahkemelerinde açılan bir davanın seyrini izlemek bizim için de enteresan olacak.
Gelelim Türkiye’de başlayan dava sürecine. Haksız ve hukuksuz bir şekilde 1 yılı aşkın bir süredir Silivri Cezaevi’nde tutsak bulunan Samanyolu Yayın Grubu Başkanı Hidayet Karaca’nın da aralarında olduğu 10 kişinin (diğerleri polis) davası neredeyse tamamen AKP yandaşı medyanın mesnetsiz yayınlarından derlenen 332 sayfalık iddianameye dayalı.
Bakırköy 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nin asıl sanıkların yargılandığı Tahşiye ana davasında yargılanan tüm sanıkları bu tartışmalı davanın ilk duruşmasından sadece 1 hafta önce beraat ettirerek aklaması bu davayı daha da tartışmalı hale getiriyor. Bu planlı tesadüf(!), doğal olarak, “uyduruk yargılama için acaba delil mi oluşturuluyor?” şüphesine yol açıyor.
Erdoğan’ın bir ABD seyahatinden hemen önce “El-Kaide’ye karşı AKP hükümeti yeterince mücadele etmiyor” eleştirilerine bir cevap niteliğinde 22 Ocak 2010’da İstanbul ağırlıklı olmak üzere gerçekleştirilen “El-Kaide’ye Yönelik Büyük Operasyon”a ilişkin basın açıklamasını, daha sonra Erdoğan kabinesinde İçişleri Bakanlığı görevi yapacak olan, dönemin İstanbul Valisi Muammer Güler yapmıştı.
Güler aynen söyle diyordu:
“İstanbul İl Emniyet Müdürlüğü ve Jandarma Komutanlığı, Ankara, Erzurum, Kayseri, Kırıkkale Niğde ve Samsun il emniyet müdürlükleri ile 22 Ocak 2010 günü, radikal dini motifli bir terör örgütüne, yani el-Kaide terör örgütüne yönelik olarak eş zamanlı ve müşterek bir operasyon gerçekleştirdi. Operasyon sonucunda 57 kişi yakalanarak gözlem altına alındı. Ev ve işyerlerinde yapılan aramalarda 3 el bombası, 1 sis bombası, 7 tabanca, fişekler, hançer, kılıç ve çok sayıda örgütsel doküman, ses kayıt cihazları ele geçirildi.”
Erdoğan’ın kritik ABD seyahati öncesine denk getirilen operasyonun önemini ise Vali Güler şöyle anlatıyordu:
“Yakalanan örgüt mensuplarının bir kısmının legal ve illegal yollarla yurt dışına çıkarak cihat bölgeleri olarak bilinen yerlerde kaldıkları, cihat bölgelerine gönderilecek örgüt mensuplarına eğitim amacıyla ormanlık alanlarda spor ve kamp faaliyetleri icra ettikleri, bu faaliyetlerde askeri eğitim de yaptırdıkları, ayrıca operasyonda yakalanan bir kısım örgüt üyelerinin de El Kaide’nin Avrupa, Türkiye ve Suriye sorumlusu olarak bilinen Louai Sakka isimli şahısla ve daha önce de 15-20 Kasım 2003’teki bombalama olaylarına karışarak sonradan Irak’ta öldüğü anlaşılan Habib Aktaş ile de ilgili oldukları tespit edilmiştir.”
İlk duruşması (22 Aralık 2015) yapılan dava, 2003’ten beri farklı çevreler tarafından gündeme getirilerek şiddet ve terör eğilimine vurgu yapıldığı ve MİT’in ilki 17 Şubat 2009’da olmak üzere, 17 Nisan 2009 ve 30 Nisan 2009 tarihlerinde ilgili mercilere grupla ilgili üç kere bilgi notu geçerek uyarıda bulunduğu halde, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin polislere talimat vererek bu “güya barışçıl” İslami gruba karşı komplo kurduğu iddiasına dayanıyor. Delil olarak ise 2009’da Samanyolu Televizyonu’nda yayınlanan kurgusal bir dizinin senaryosu ve Gülen’in 6 Nisan 2009 tarihli bir sohbeti gösteriliyor. Güya Gülen polislere yaptığı sohbet ve bu dizinin 2009’da yayınlanan bir bölümü üzerinden operasyon talimatı vermiş. Dizinin komploya delil olarak sunulmasına kanıt olarak ise Gülen ile Hidayet Karaca arasında 2013 yılına ait bir telefon görüşmesinin yasadışı dinleme kaydı gösteriliyor.
Peki görüşmede Tahşiye’den ya da Tahşiye’ye karşı herhangi bir operasyondan mı bahsediliyor? Elbette ki hayır… Zaten daha eski tarihli MİT raporlarının gösterdiği gibi Emniyet’in, Gülen’in sohbetinden çok daha önce Tahşiyeciler adlı grubun varlığından haberdar olduğu görülüyor.
Genelkurmay İstihbarat eski Başkanı emekli Korgeneral İsmail Hakkı Pekin de Bugün Gazetesi’ne yaptığı bir açıklamada “Tahşiyeciler raporu Fethullah Gülen Hoca’nın konuşmasından daha önceki bir tarihte MİT tarafından gönderildi” demişti.
Vali Güler’in haklı bir övünçle anlattığı operasyonda sadece polisler değil, jandarma da yer alıyor. Operasyon öncesi soruşturma aşamasında ise savcılar, hakimler ve ilgili güvenlik bürokatları arasında neredeyse yok yok. Her ideoloji ve çevreden savcılar, hakimler ve emniyet amirleri soruşturma sürecine dahil olmuş. Hal böyleyken Tahşiyeciler’e yönelik bir “Gülen komplosu” iddia ve soruşturmasının kendisi buram buram komplo kokuyor.
2009 yılında “Tahşiye grubuna” yönelik yapılan soruşturmanın arkasındaki isim olan dönemin Emniyet Genel Müdürü daha sonradan AKP milletvekili seçilen Oğuz Kağan Köksal’dan başkası değildi.
Dönemin Polis İstihbarat Başkanı Hüseyin Namal’ın operasyon için izin talep belgesinde özellikle Tahşiyecilerin lideri Mehmet Doğan’ın şiddet talimatı verdiğine dikkat çekiliyor.
Köksal’ın onayının ardından belirlenen adreslere eş zamanlı baskın düzenleniyor. Dönemin İçişleri Bakanı ise Beşir Atalay’dan başkası değil. Soruşturma ve operasyonlarda AKP hükümetine yakınlığıyla bilinen Savcı İsmail Uçar ve Emniyet Genel Müdürü Halis Böğürcü de yer almış.
Tahşiye grubunun şiddet eğilimi açık kaynaklardan da teyit edilebiliyor. Mesela Tahşiyecilerin lideri Mehmet Doğan, CNN Türk canlı yayınında Usame bin Ladin ile ilgili düşüncelerinin sorulması üzerine, “Ben, Usame bin Ladin’i Müslüman olduğu için severim.” ifadelerini kullanmıştı.
Doğan medyada yer alan diğer ses kayıtlarında ise taraftarlarına Afganistan’da savaşa gitmelerini tavsiye etmiş, ayrıca Türkiye gibi ülkelerdeki yönetimlere başkaldırmanın caiz olduğunu savunmuştu.
HaberTürk gazetesinden Ahmet Çelik’e 17 Aralık 2014 tarihinde verdiği bir söyleşide ise Doğan, muhabirin el-Kaide ve IŞİD’le ilgili ısrarlı sorularına karşın ise “Bunlar siyasi konular. Bizim görevimiz değil” diyerek cevap vermemişti.
Ayrıca 2009’da takibe alınan grubun lideri Mehmet Doğan’ın, bir sohbet toplantısına ait ses kaydında şu ifadeleri kullandığı medyada yer almıştı: “Senin hükümetin başındaki adam senin değil, onların adamıdır. Senin başındaki hoca da onlarındır... Diyecek ki nasıl edelim hocam? Ben de diyorum ki git silah yap, vur. Ferşat’ın babası, hocası evin içerisinde çalışıyor çalışıyor bir füze yapıyor. Yeter ki yap. Serbesttir, ne yaparsan yap. Kılıç oynamazsa İslamiyet olmaz. Şu an şeriatla amel etmeyen Mısır, Suriye, Türkiye, Pakistan, Hindistan, İran bütün alemi İslam’daki zahiren Müslüman görülen devletlerin hepsi kırılıp gidecektir. Yakında, uzakta değil.”
Bu da, Robert Amsterdam’ın Amerikan yargı mercilerini “barışçıl bir masum Müslüman” diye ikna etmeye çalışacağı Mehmet Doğan’ın Usame bin Ladin ve el-Kaide’den bahsettiği bir başka konuşmasındaki ifadeleri: “Afganistan’da bir ordu çıkacak. O orduyu duyduğun zaman, karnın üzerinde sürünerek de olsan, o orduya katıl!”
Kolay gelsin Bay Amsterdam… İşin hiç kolay değil."