Vedat Bilgiç'ten unutulmayacak bir analiz

Vedat Bilgiç 'Esaretin Bedeli' adlı filmin bilinç altına verdiği gerçek mesajı irdeledi.

Vedat Bilgiç'ten unutulmayacak bir analiz

Günümüz toplumunun söylemlerde yatan manaları anlamak yerine toplumda var olan kalıpları tercih ederek düşünmeden onu olduğu gibi kabullenmesi kelime-i tevhid gibi en temel ve en önemli bir cümleyi bile yüzeyselleştirip o kutlu muştunun sahip olduğu gerçek anlamı kavrayamamasına yol açıyor.

Konuyla ilgili unutulmaz filmeler arasına giren baş rollerinde Morgan Freeman ve Tim Robbins'in oynadığı 1994 yapımı  'Shawshank Redemption/Esaretin Bedeli' adlı filmi irdeleyen Samanyoluhaber.com yazarlarından Vedat Bilgiç  'İnsan önce “tanrılara hayır” diyerek bütün bu otoriteleri, yani putlaştırdıklarını reddettikten sonra ikinci menzile ulaşır. O menzil “illallah”(Allah’tan başka) durağıdır. Bunu da dedikten sonra kişinin aldığı mesafe “Tanrılara hayır, Allahtan başka” yoludur. Bunu dedikten sonra Allah ile tanrı arasındaki ayrım yapılmış olur' diyerek konunun derinliğine iniyor.

İşte Bilgiç'in o yazısı:

"Esaretin Bedeli filminde hapishane müdürü yeni gelenlere ilk kural olarak şunu söyler; “tanrıya küfretmeyin yeter, diğer kuralları öğrenirsiniz”. Oldukça dindar görünen hapishane müdürü katı, esnemez ve kuralcı birisidir. İncil’den pasajlar okuyarak, tanrının mutlak hâkimiyetine vurgu yapar. Zaten kendisi de hapishanede adeta bir tanrı gibi davranır. İstediğini öldürür, istediğini yaşatır. Her şeyin tek hâkimidir ve mahkûmların kaderi onun iki dudağı arasındadır. Yaptığı hukuksuz işler ve aldığı rüşvetler ile bir servet edinmiştir. Hapishaneden çıkma ihtimali olan bir mahkûmun tahliyesini sırf işlerini gördüğü için sürekli engeller. Aslında bütün davranışları İncil’e terstir. Bu kutsalı hapishaneyi kontrol etmek için kullanır gibidir. Sanki İncil onun hapishanesinin bir yasasıdır ve kendisi de tanrıdır. Çünkü İncil hapisanedeki herkes içindir ve sadece hapishane müdürü bundan muaftır. Belli ki kendi rolü tanrının rolüne denk düştüğü için sever İncili. “Tanrıya küfretmeyin yeter” derken aslında İncildeki tanrıyla özdeşleştirdiği kendini kastettiği çok bellidir.

Oysa hapishane müdürü otorite olarak asıl değil sadece vekildir. Gücü zatından değil, üst otoritenin yani devletin kanunlarının uygulayıcısı olmasından gelir. Hatta devlet denen yapı da asıl değildir, o da otoriteye millet adına sahiptir. Ne zaman bir kişi filmdeki hapishane müdürü gibi kendi egosunu mutlak otoritenin aslı zanneder işte o zaman tanrı sendromu denen narsistik patolojiye kapılmış demektir.

Tanrı ile Allah’ı birbirine sıkça karıştırır zihinlerimiz. Adeta birbirinin aynısı zanneder çoğu zaman. Birini birinin yerine kullanır. Oysa öylesine farklı iki kavramdır ki, tam olarak birbirinin zıddıdır. Türkçe’deTengri kelimesinden türemiş tanrı kelimesi. Anlam açısıdan göksel demektir. Arapça da ise onun karşılığı ilah kelimesidir. Kutsanan, otorite olarak kabul edilen, buyruğuna girilen güçe verilen genel bir isimlendirmedir.
Mutlak itaat ettiği, gücün hukukun ve ahlakın kaynağı olarak gördüğü, otorite olarak kabul ettiği şey psikolojik işleyiş açısından kişinin tanrısıdır. Ayrıca en çok korktuğu şeydir ilahı. Bazıları için süperegosunun bizzat kendisi, yani içindeki devlettir tanrı. Adı üstünde zenginlik ve güç demektir devlet. Kutsanan şey kişiye en temel ve en güçlü anlam katan şeydir. Bu bir aidiyet, inanç ve değerler bütünü veya güç merkezi olabilir. İnsan kutsamadığı şey önünde eğilmez ve kutsadığı her neyse o uğurda canını bile verebilir. Tanrı fikri; güç ve otoritenin antropomorfize edilmesidir, yani gücün insan benzeri bir kişiliğe büründürülmesi... Her insanın içinde bir firavun çekirdeği olduğunun birçok göstergesi vardır. Mesela put siluetleri hep insan şeklinde tasvir edilmiştir. Mısır’da sfenksler, firavun suretleri, Buda’nın, Zeus’un, Afrodit’in heykelleri insan suretlerinden oluşur.

Bazı hastalar içinden kutsal olgulara küfür etmek geldiğinden ve bu düşüncenin kendilerini çok rahatsız ettiğinden bahsederler. Bir çeşit hastalık olan obsesifkompulsif bozukluktan mustarip olan böyle hastalar genelde dindar insanlardır. Kendi süperegosunun aşırı titiz ve mükemmeliyetçi yapısından bunalan egoları, dönüşmüş bir öfke yaşar. Otoritenin baskısı altında bunalan toplumlar gibi tekrarlayan zorlantılı ve takıntılı düşünceler yaşamaya başlarlar. Kutsal temalara yönelen mistik obsesyonlar hastada ciddi suçluluk duyguları oluşturur. Aslında bu öfke kutsala değil kişinin kendini sıkıştıran katı ve esnemez süperegosuna duyduğu öfkedir. Yani Allah’a değil içindeki tanrı arketipine yönelen bir öfkedir bu. Ancak insanların bu farkı anlaması kolay değildir.

Psikiyatrik hastalarda sıkça karşılaştığımız direnç denen durumun kökeni de süper ego patolojisidir zannımca.Türkiye’de modern Psikiyatri’nin öncüllerinden olan MazharOsman’ın bazı hastalarına iyileşmek isteyip istemediğini sorduğu söylenir. Bu mantıksız gibi görülen sorunun çok önemli bir rasyoneli vardır. Çünkübazen hasta bilinçdışı olarak tedaviye direnir, yani iyileşmek istemez. Sebebi ise; hastalığın bazen o kişinin hayatında koruyucu ve rahatlatıcı bir işlev görebilmesidir. İnsanın iç dünyasında da bir iktidar savaşı vardır. Bireysel varoluşunu ve özerkliğini kazanmaya çalışan her birey öyle ya da böyle bir iç dirençle karşılaşırlar. Bazı hastalar bilinçdışı olarak iyileşmeyi istemezler. Avrupa Birliğine girmek istemeyen derin devlet yapıları gibi kendi hizbinin bünye üzerindeki baskıcı kontrolünü elinden kaçırmak istemeyen patolojik süperego, iyileşmeyi sabote etmek için elinden geleni yapar. Adeta devlet içindeki derin bir yapının ülkede terör eylemlerini desteklemesi gibi kendi kendine çelmeler takarak benliğin gelişimini engeller. Bunu yapmaktaki tek amacı kontrolü elinde tutmaktır. Bünyedeki hastalığın iyileşmesine direnen bu katı ve baskıcı hizip zaten hastalığı üreten psikodinamiğinkendisidir. Bazen aile içi çatışmalarda kaosu üreten eş bunu kontrolü elinde tutmak için yapar. Örneğin kayınvalidesiyle birlikte yaşamak istemeyen ama bunu normal şekilde engelleyemeyen bir eş sürekli kavgalar çıkartabilir.

Eğer kişinin zihninde kontrol yaşamla, kontrolü kaybetme ise ölümle eş değer olarak kodlanmışsa, kontrolün elinde olmadığı durumlar çıldırtıcı bir panik oluşturur. Örneğin uçak korkusu ölüm korkusu sanılır. Oysa uçak korkusu kontrolü elden kaybetme korkusudur daha çok. Panik ve paranoya kontrolü kaybetme riskinin erken uyarı sistemi gibi işlev görür. Bu kontrol takıntısının ülkeler için karşılığı istihbarata verilen önemdir, çünkü istihbarat kontrolü elde tutmanın en önemli araçlarındandır. Kontrolcü devletler Ortadoğu ülkelerine has muhaberat tarzı operasyonel istihbarat kurumları geliştirirler.

İnsanlık bilinçaltı, mutlak kontrolü sağlayabilecek otoriteyi tanrı kavramıyla ilişkilendirmiştir. Bu anlamda aşırı kontrolcü kişiler farkında olmadan bilinçdışı bir tanrılık peşindedir denilebilir. Oysa dış dünyayı kontrol etmek imkânsızdır. Güneşi, ayı, yıldızları kontrol edemeyen bir güç gerçek otoriteye sahip olamaz. İşte bu nedenle Hz İbrahim tanrılık iddiasında bulunan Nemruda “gücün yetiyorsa güneşi batıdan doğur” diyerek bu gerçeği hatırlatmıştır. Tanrılık iddiası mutlak kontrolcülük çabasıdır bir bakıma. Yoksa elbette Firavun da Nemrut da pek ala dış dünyayı yaratanın kendi olmadığını biliyor olmalıydılar. Onlar, devlet mekanizmasının verdiği güçten dolayı insanları kontrol ettikleri için, herşeyin kontrolü kendilerinde olduğu illüzyonuna kapılmış olmalılar.

Kelime-i Şehadet adeta bir yolculuk gibidir. İnsan önce “La ilahe” menziline ulaşır. Genelde bu “tanrılar yoktur” olarak Türkçe’ye çevrilse de, bunun “tanrılara hayır” olarak da anlaşılabileceğini düşünürüm. Çünkü her ego gizli bir tanrılık iddiasıyla dolaşmaktadır farkında olmadan. Sosyal hayat küçük ve ölümlü tanrılarla doludur, yani otoritelerle...

İnsan önce “tanrılara hayır” diyerek bütün bu otoriteleri, yani putlaştırdıklarını reddettikten sonra ikinci menzile ulaşır. O menzil “illallah”(Allah’tan başka) durağıdır. Bunu da dedikten sonra kişinin aldığı mesafe “Tanrılara hayır, Allahtan başka” yoludur. Bunu dedikten sonra Allah ile tanrı arasındaki ayrım yapılmış olur.

Bazı ateist diye tanımlanan kişileri nedense bu yolun ilk durağında takılıp kalmışlar olarak düşünürüm. Belki bu inanç denen yolun “la ilahe, tanrılara hayır” aşamasındadırlar henüz. Aslında belki de reddettikleri otoritenin kontrolcülüğüdür. Toplumda din karşıtlığı ile tanınan bazı kişiler, çocukluklarında bir otorite figürü tarafından dini argümanlarla baskıya maruz kaldıklarını kendileri itiraf ederler. O baskıcı figürleri yazdıkları romanlar ve hikâyelerde çok net bir şekilde görebilirsiniz. Çocukluktaki baskıcı otorite figürüyle kavga eden bu tür kişiler aslında tanrılar ile olan kavgalarını Allah’a yansıtmış kişilerdir. Bu yansıtma nedeniyle “tanrılara hayır” aşamasını geçememişlerdir.

Neden en güzel hikayelerde hep bir hapishane veya zindan vardır? Çünkü hapishane metaforu hepimizin iç zindanına gönderme yapar. Yalnız, bu suç işlenerek girilen bir zindandan çok, Hz. Adem'den beri süregelen 'varoluş günahının' bir sonucudur. Eğer, doğarsan ve uzayda bir yer kaplamaya başlarsan, başkalarının sınırlarına dokunursun. Hepimiz kendi bireysel hikayemizde bir 'zindan dönemi' yaşarız. Ne var ki çok az kişi bireysel zindanından kaçmayı başarabilir. Bu zindan dönemi, esaretin arkasından gelecek güzel günlerin kuluçkasıdır. Evet, her esaretin bir bedeli vardır. O, bedel ise hiçbir dünyevi otoriteye boyun eğmeden, kendin olarak dış dünyada var olabilmektir."
<< Önceki Haber Vedat Bilgiç'ten unutulmayacak bir analiz Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER