Efendimiz (S.A.S.) “Kıyamet kopuyor bile olsa, elinizde bir fidan var ise, onu hemen dikiverin!..” buyurmasına rağmen, maalesef Müsteşrik, şarkıyatçı, doğu bilimci denilen Batılı Oryantalistler Müslümanlara telkinlerle “Yevmü’l-beter” diye bir zehir enjekte etmişler. Bu sebeple 1903’te Kafkasya Müslümanlardan bir grup “Gelen mahşer, gün günden beter; kıyamet yaklaştı, haydi mübarek topraklara gidelim, Şâm-ı Şerifte ölelim öleceksek hiç olmazsa” diyerek, ellerinde avuçlarında mal-mülk nâmına neleri varsa, hepsini ucuz-pahalı demeden Ruslara satmışlar. Üç büyük Rus gemisine doluşup Şam’a doğru yola çıkmışlar. İstanbul Boğazından geçerken, dürbünle gelen geçen gemi ve vapurları seyreden Sultan İkinci Abdülhamid’in bu üç Rus gemisi dikkatini çekmiş. Mâhiyetlerini öğrenmek istemiş. Osmanlı istihbaratı bunlarını durumunu öğrenip kendisine rapor edince görevlilere demiş ki: “Gidin bu Müslümanlarla konuşun. Geldikleri yerler serin yaylalar… Şam tarafı sıcak bölgeler. Uyum sağlamaları zor olur. Eğer isterlerse ben onlara, Yalova’nın, Ankara’nın, Eskişehir’in, Konya’nın, Balıkesir’in yaylalarından araziler vereyim. Oralara yerleşsinler. Mecbur değil… Tabiî isterlerse Şam’a da gidebilirler.” Demiş. Gidenler gitmiş, kalanlar da denilen yerlere yerleşip kalmışlar. Bu bilgiyi bana Eskişehir civarına yerleşen Karaçaylıların torunlarından merhum Abdülvâhid Tabakçı Ağabey vermişti…
Dikkat edelim 120 sene geçti hâlâ henüz Kıyamet kopmadı…
1904’te de Rus-Japon savaşı oldu. Ruslar savaş hedeflerini bir yerden gösteriyor ama öbür taraftan Japonları arkadan ansızın vurmak için planlar yapıyorlardı. Boğazlardan geçen gemilerin birer harp gemisi olduğunu tespit eden Osmanlı istihbaratı, bunları tonajları ile, hızlarıyla, donanımlarıyla Japonlara bildirmişlerdi. Osmanlıya karşı birleşenlere mukabil, BAĞLANTISIZLAR olarak Japonlarla Osmanlılar birbirlerine dost idiler. Onun için arada böyle paslaşmalar oluyordu. Buna göre hazırlıklarını yapan Japon ordusu da pusuyu kurmuş, gelen harp gemilerini imhâ edip o zaman savaşı kazanmıştı.
İşte bu yardıma bir teşekkür olarak zafer kazanan Japon komutanlar 1907’de İstanbul’a gelmişlerdi. Onların toplu haldeki fotoğraflarını Besim Tibuk seneler önce Zaman Gazetesinde bir ziyaretinde bize getirip vermişti…
Üstad Hazretleri de 1907’de Van’dan İstanbul’a gelip eğitim projesini Padişaha takdim etmek istemişti. Şekerci Han’a yerleşip “Kim ne isterse sorsun, her soruya cevap var. Kimseye sual sorulmaz” diye bir nevi meydan okurcasına ortaya çıkınca her ilimden sorulara verdiği muknî cevaplar ulemayı, felsefecileri ikna etmişti. İşte Japonya’dan gelen Askeri Heyetin de soruları vardı. İstanbul uleması Japonların sorularını Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerine havale ettiler. O da onlara gereken cevapları verdi. Hatta bu soru cevapları 1911’de bastırdığı Muhakemat isimli eserinde “Ecvibe-i Japoniyye” (Japonlara Cevaplar) diye son bölümde yazdı.
Bu görüşmelerden dolayı Japon Başkomutanı ile aralarında bir dostluk da doğmuştu. Seneler sonra 1950’lerde Kore Savaşı çıkınca bu savaşa katılan talebesi Bayram Yüksel Ağabeyle o komutana selamlar ve Risaleler göndermişti. Bu savaşta büyük yararlılıklar gösteren Bayram Yüksel Ağabeyi, Komutanları, mükafaat olarak Japonya’ya gitmesine izin vermişler o da Tokyo’ya gitmişti. Ama o komutan öldüğü için onunla görüşememişti. Neyse, Müslüman Tatarlara çok iyiliği dokunan o komutan onlara cami yapmaları için bir arazi tahsis ettirmişti. Orada Mescid yapılmıştı. Onların torunlarıyla görüşen Bayram Yüksel Ağabeyimiz Risaleleri onlara teslim etmiş onlar da o camiye eserleri koymuşlardı.
Daha sonra Konsolosluğumuza geçen o cami ve arazisi gereken ilgiyi görememiş. Ancak merhum Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanlığı sırasında onun himmetiyle Kütahya çinileriyle tezyin edilmiş güzel bir cami yapılmıştı. Biz bir Japonya ziyaretimizde o camiyi ziyaret etmiş ve bir Cuma namazı da kılmıştık.
1903-1904 ve 1907 senelerinden sonra Üstadımız 1911’de Şam’a gitmiş ve meşhur Emevî Camiinde bir hutbe okumuştu. İçlerinde yüz tane ulema bulunan binlerce Müslüman cemaate hitap etmişti. Onlara, İslam âleminin içinde bulunduğu sıkıntı ve dertleri ortaya koyuyor ve gerekli çareleri de ele alıyordu. Bu hutbe bir haftada iki defa da yazılıp basılmıştı.
Aradan yüz seneden fazla zaman geçmiş olmasına rağmen birkaç sene önce bir arkadaşımız onun İngilizce tercümesini hastanede yatan meşhur birisine götürüp vermişti. Bu zât sıradan birisi değildi. Çünkü, Suriye olayları patlak verince, herkes “Beşşar Esad gidici, kaçıyor, gidiyor!..” derken o bizden bir doktora talebesine “O da gitmeyecek… Sizinki de gitmeyecek… Çünkü biz öyle istiyoruz” demişti ve adamın dediği de çıkmıştı. Arkadaşımız, belki son döneminde hakikati görür de doğruyu bulur düşüncesiyle ona bu Hutbe-i Şâmiye’nin İngilizcesini vermişti. 15 gün sonra arkadaşımız hastanede ziyaretine gidince: “Kim bu adam? Yüz sene önce bunları nereden biliyordu?!.” diye sormuştu.
Şimdi bizim, Hutbe-i Şâmiye’yi, zamanın ve ilmin hatta tecrübelerin BÜYÜTEÇLERİ ile tekrar mütalaa ve müzakere edip derin gerçekleri anlamaya ve ona göre vaziyet almaya çalışmamız gerekiyor.