Endülüs’te Tarık bin Ziyad’ın fetihleriyle başlayan ve üst üste gelen fetihler, İslâmî aşk ve şevkle kalplere işleyen hidayet nurlarıyla taçlanıyordu. Mesele İspanya’yı aşmış Fransa’ya dayanmıştı. İslamî hakikatlarla kalpler nurlanıyordu. Bağdat’tan getirilen fennî bilgiler geliştiriliyor, maddi-mânevî gelişmeler atbaşı gidiyordu. Kütüphaneler Kur’an tefsirleriyle dolarken, fen ve teknikle ilgili eserler de durmadan boy gösteriyordu. Ama belli zaman sonrası o ihlas sönmüş, o aşk ve şevk dumura uğramış yani dünyevileşme başlamış. Rahat düşkünlüğü iliklere işlemiş. Sanki Cenneti yeryüzüne indirme gayreti ile fani ziynetler, süsler-püsler her şeye hâkim olmuş.
Devlet idaresinde söz sahibi hem de meşhur Hâtem-i Tâinin torunlarından Muhyiddin İbn-i Arabî diyor ki: “Namazlarımızı kılıyorduk ama akşamlar meşhur şarkıcıları ve onların tesirli müziklerini dinlemeye gidiyorduk, tâ sabahlara kadar. Sabah namazını da kılıp öyle yatalım diye mescitlere gidiyorduk. Ama İmamın okuduğu âyetler, biraz önce dinlediğimiz şarkıcıların nağmelerine karışır gibi oluyordu. Yani o derece yorgun ve müziğin tesirinde bulunuyorduk ki, nerede olduğumuzun ve ne kıldığımızın pek şuurunda değildik.” Bilindiği gibi fıtrat boşluk bırakmaz.
Müslümanlardaki bu ölgünlüğe ve söngünlüğüne karşı, karşı tarafta da bir bilinme gelişiyordu. Bir kraliçe olan İzabella da, “Müslümanları İspanya’dan sürüp çıkarıncaya kadar hiç yıkanmayacağım” diye yemin etmişti. Onun için ismi Kirli İzabella, kalmıştı. Senelerce sözünü yerine getirmek için uğraştı; aşk ve şevkle planlar yaptı, hem de onları uygulamaya koydu. Bu Kastilya Kraliçesi sırf bu gaye ve hedefine ulaşmak için evlilik yapıp gücünü katlayıp ahdini yerine getirdi…
Neticede mağlup olan Müslümanlara “Ya şu mezarlara diri diri girersiniz veya Hıristiyan olursunuz” Yahut “Şu alevli ateşlere atılırsınız veya kurtulmak için Hıristiyanlığı din olarak kabul edersiniz” diye teklif sunuyorlar ve dediklerini de yapıyorlardı. Hatta biz bir Endülüs ziyaretimizde Müslümanlardan alınmış bir binanın dış duvarlarındaki demir çengellere bakıyorduk. Turist rehberi, “Bu çengellere düşmanlarımızı yaralayıp asıyorlarmış; güneş karşısında kanlarını akıta akıta ölüyorlarmış” dedi. Yani Müslümanlar kendi yaptıkları sanat eseri binaların duvarlarında can veriyorlarmış. Düşmanları da güneş batıncaya kadar zevkle seyrediyorlarmış.
Şimdi bir düşünelim cellad-ı sahhar kim? Eğer Müslümanlığı bütün güzelliklerini yaşayıp tadlı bir dille anlatsalardı Kastilya Kraliçesi belki Kirli Elizabet diye değil de Nurlu Elizabet diye tarihe geçecekti. Katilleri dediğimiz İspanyollar Arnavut asıllı Ali Yakup Bey gibi beş vakit namazında hidayetlerine vesile olanlara dua edeceklerdi. Ali Yakup Bey’in hikâyesini merhum Ali Ulvî Ağabeyimizden, ayrıca Ali Yakup Bey’in İstanbul’da yetiştirdiği akademisyen talebelerinin yazılarından öğrendim.
Bu iki Ali, Mısır’da okurken Son Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Ali Yakub’a Büyük Ali, Ali Ulvi’ye Küçük Ali dermiş. 1925’lerde Mısır ile Türkiye arasında diplomatik bir kriz çıkmış. Bir toplantıda Mısırlı görevlinin fes çıkartılıp hakaret edilmiş ve ara açılmış. Türkiye’den Mısır’a gitmek isteyenler vize almak için başka ülkelerin konsolosluklarına gidiyorlarmış. 1950’lili yıllarda Menderes dönemi bu soğukluk giderilmiş. Ankara’da Mısır Büyükelçiliği açılırken, çok iyi Türkçe ve Arapça bildiği için Ali Yakup Beyi yüksek bir maaşla Büyükelçilikte görevlendirmişler. Ama onların gayr-i İslami yaşayışlarına tahammül edemeyen Ali Yakup Bey, istifa edip İstanbul’a gidiyor. Bahariye Mefruşat’ta muhasebe işlerini yaparak geçimini sağlıyor ama İmam-Hatip Yüksek İslam Enstitüsü talebelerine Allah rızası için ders veriyormuş. Emekli bir ilkokul muallimesiyle evlenmiş… İstanbul’da Kızlar için İslami ilimlerin okutulması gündeme gelmiş. Yatılı bir okul yapmışlar. Ama fıkıh, hadis, tefsir ve kelam ilimlerini yaşlı başlı takva sahibi bir hocanın okutmasını istemişler. Bu hocayı ararken, Ali Yakub Beyi tanıyan birisi, “En uygun bu olur” diye teklif etmiş. Kabul edip kendisine arzetmişler. “Olur” demiş. Yalnız, “Artık bundan sonra Bahariye’deki muhasebe işini bırakacaksın. Çünkü biz sana yeterli maaşı vereceğiz” demişler. O, “İşte bunu kabul edemem. Çünkü benim dedem Arnavutluk’ta bir kilisenin papazı imiş Osmanlı gelmiş ve güzelliğiyle İslamiyet'i temsil ve tebliğ etmiş. Biz, Müslüman olmuşuz. Her namazdan sonra Osmanlı'ya dua ediyorum. Yani ben şimdi Osmanlının torunlarına para ile İslamiyet'i mi öğreteceğim; bu olmaz işte!” demiş.
Hem muhasebecilik yapmış, parası olduğunda minibüslerle, parası olmadığında yaya olarak kursa gitmiş. Hiç aksatmamış ayrıca İlahiyatçılara dersler vermiş. Pek çok akademisyen yetiştirmiş… İhlas’la, aşkla şevkle İspanya’da da hizmetler devam etseydi, kim bilir oralarda da nice Ali Yakublar yetişebilirdi. Biz kabahat ve kusuru başkalarından çok kendimizde bilhassa rahat düşkünlüğümüzde aramak zorundayız. Öyle değil mi?