Vâkıa Suresinde 8. âyette geçen Ashab-ı Meymene ile aynı surenin 27. âyetinde geçen Ashab-ı Yemin aynı mânada olmadığı gibi, 56. Sure olan Vâkıa’daki Ashab-ı Yemin ile 74. Sure olan Müddessir’de geçen Ashab-ı Yemin aynı mânada değildir. Bunu bize Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili isimli tefsirinde söylüyor. Yani Müddessir Suresinin 39. âyetinde geçen amel defterlerini sağdan alanlar ifadesi daha derin bir mâna ifade ediyor… Evet “Her nefis kendi kazancına bağlıdır” (74/38) “Her kişi kendi kazancına rehin tutulmuştur.” (Tur Suresi, 52/21) ve “Gerçekten insan için çalıştığından başkası yoktur.” (Necm Suresi, 53/39)
Merhum Elmalılı, Ashab-ı Meymene için şöyle diyor: “Meymene, yemin yeri yani sağ kol, sağ taraf yahut meymenet, uğur ve bereket mânalarına gelir. Sağ taraf, meclis ve mahfellerde saygı ve hürmet mevkii olduğuna göre, ‘Ashab-ı Meymene’ hürmet makamında bulunan yüksek şeref sahipleri demek olur. Aynı zamanda bu gibi kimseler hayra yarayan ve kendilerinden istifade edilen faydalı zatlar olmaları sebebiyle meymenetli diye nitelendirilirler. Nitekim kelimenin iki mânasına da işaret etmek için dikkatler şöyle celbediliyor. Ama ne ashab-ı meymene, yani öyle çok meymenet sahibi zatlar ki, uğur ve bereketleri her veçhile gıbta ve hayrete şayandır.” Aynı surede geçen Ashab-ı Yemine gelince, “Ashab-ı Yemin, yeminine sâdık, sözünü tutan, işine sahip mutlu kişi mânâsını ifade edebilir ki, mukabili yeminini bozan demektir. Ayrıca bu tabirin, Allah için yeminine sadık ve vefâkârlar anlamında kullanıldığı da söylenebilir.”
Müddessir Suresinde geçen “Ashab-ı Yemine” gelince, Elmalılı M. Hamdi Yazır, Müddessir Suresinde geçen “Ashab-ı Yemin” için şöyle diyor: “Her nefis kazancına bağlıdır.’ (74/38) Yani Allah katında borçlu olarak kazancına rehindir. Mutluluğu ve felâketi kazancına uygun düşer ‘Herkes kendi kazancına bağlıdır’ (Tur Suresi, 52/ 21)… Ancak Ashab-ı Yemin bunun dışındadır. Zira bunlar sadece kendi kazançlarına bağlı kalmayarak Ezelî Takdirde Cenab-ı Hakkın sırf LÜTUF ve İHSAN’ından nasipleri, kısmetleri fazla takdir edilmiş olan mutlu kişilerdir. Çünkü adalet ve hikmet sahibi olan Cenab-ı Hak, herkese kazancına uygun bir mükâfat verir, kimsenin hakkını kaybetmez. Hukuk açısından hepsini eşit kılmış, kazancına bağlamış olmakla beraber Cenab-ı Hak, yaptıklarından sorumlu tutulacak bir varlık olmadığı için sırf lütuf ve ihsan açısından hepsinin takdirlerini, mazhar olacakları şeyleri eşit kılmamış; kimine az, kimine çok vermiş, kimini de fazla olarak verdiği ihsanından yoksun kılarak onu sadece kazancına bırakmıştır. İnsanları diğer canlılardan seçkin olarak yaratması nasıl onların kazancına bağlı değil, sırf bir lütuf eseri ise, insanları çeşitli mertebelerde yaratması, nebileri ve velileri yüksek dereceleri nail olmakla seçkin kılması, nebilerin bir kısmını bir kısmına üstün tutması ve Hz. Muhammed Aleyhisselamın derecesini hepsinden üstün kılması da bu türdendir. Bu şekilde yüksek mertebelerin bir çoğu çalışıp kazanılmakla elde edilmez. Bu ise ‘Doğrusu insan için çalıştığından başkası yoktur.’ (53/39) mânasıyla çelişkili olmaz.”
“Bu âyette ‘yemin’ kelimesi iki mânâda düşünülebilir:
“Birincisi; kaderde sağ tarafta bulunmuş, hiç çalışma ve gayretleri, olmadan KADERİN İYİ KILINMIŞ KİMSELER demektir. Mesela, Hz. Peygamber (S.A.S.)’in nebilik ve resullüğü, ‘Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyor’ (Zuhruf Suresi, 93/22) âyetinden de anlaşıldığı üzere çalışmasının hiçbir tesiri olmayan bir bağış, bir İlâhi Rahmettir.
“İKİNCİSİ, ‘yemin’ kelimesinin AHİT ve SÖZLEŞME mânâsına olmasıdır. Çünkü YARATILIŞ SÖZLEŞMESİ ile İlahî Ahde dahil olmuş ve yeminlerini tutmuş olan kimseler kendi kazançlarından sorumlu ve bundan istifade etmiş olmakla beraber netice itibariyle yalnız kazançlarına bağlı kalmayıp kazandıklarından çok fazla nimet ve mutluluklara ererler ki, bunun misali, bir şahsın tek başına çalışmasıyla sosyal bir sözleşmeye bağlı olarak toplum halinde çalışması arasındaki farktır. Zira toplumla yaşayanlar yalnız kendi kazançlarından değil, toplumlarının değerine ve sözleşmelerine bağlılıklarına göre birbirlerinin ortak ve karşılıklı mesailerinden yüksek biçimde faydalanırlar. Dağınık çalışmaların zahmeti çok, verimi az olduğu halde bir AHİT ve SÖZLEŞMEYE bağlı olarak çeşitli çalışmalarını samimi bir şekilde birleştirmiş ve çalışmalarının dağınık ve ortak noktalarına hep bir ruh ile sarılarak toplum ve cemaat halinde yürümüş olanlar herbiri kendi çalışmasından faydalanmakla beraber (âdeta cemaatle kılınan namazın kat kat sevabı gibi) birbirlerinin çalışmalarından da gittikçe artan bir şekilde pay alırlar. İşte Allah’a, Peygamberine ve âhiret gününe iman edip de Sekar Cehenneminden korunarak hak yolunda ruhlarını ve çalışmalarını birleştirmiş olan ve aynı kıbleye yönelerek yürüyen samimi iman edip, sahipleri kendi kazançlarına bağlanmakla kalmayıp İlahî lütuftan benzerlerinden ayrı bir şekilde nasip olan ASHAB-I YEMİN’dirler.”
Üstad Bediüzzaman Hazretleri uhrevî ticaret ortaklığından ve şirket-i mâneviyeden bahsediyor: “Nasıl ki, dört beş adamdan –iştirak niyetiyle- biri gazyağı, biri fitil, biri lâmba, biri şişe, biri kibrit getirip lambayı yaktılar. Her biri tam bir lambaya mâlik oluyor. O iştirak edenlerin her birinin bir duvarda büyük bir aynası varsa, her birinin noksansız, parçalanmadan birer lamba, oda ile beraber aynasına girer. Aynen öyle de, uhrevî mallarda ihlas sırrı ile iştirak ve kardeşlik sırrı ile dayanışma ve ittihad sırrı ile çalışma işbirliği, o iş ortaklığından hâsıl olan umum yekün ve umum nur, her birinin amel defterlerine tamamen gireceği ehl-i hakikat arasında şahid olunmuştur, gerçektir, Cenab-ı Hakkın İlâhî rahmet ve keremin genişliğinin gereğidir.”
Büyüğümüz, şirket-i maneviye için: “İnsanın kendi amelleri mahşerde hesapta yetmeyecek. Başkalarının alacakları için elinden alınacak. Ama şirket-i maneviyeden gelenler koruma altındadır. Hem pek çoktur. Çünkü o cemaatinin her birinin Hizmet adına işlediği sevapların hepsi de hiç eksilmeden herkesin her an defterlerine yazılıp durmaktadır. Bu, öyle bir mânevi sermayedir ki, insan binlerce sene ibadet etse, bu kadar sevabı kazanamaz…