Üstad Bediüzzaman Hazretleri diyor ki: “Ben sekiz-dokuz yaşında iken, bütün nâhiyemiz ve etrafında ahâli Nakşi Tarikatı’nda ve oraca meşhur Gavs-i Hizan nâmiyle bir zâttan istimdad ederken, ben akrabama ve umum ahaliye muhalif olarak ‘Yâ Gavs-ı Geylânî’ derdim. Çocukluk itibariyle elimden ceviz gibi ehemmiyetsiz bir şey kaybolsa, ‘Yâ Şeyh! Sana bir Fâtiha, sen benim bu şeyimi buldur.’ Acâiptir ve yemin ediyorum ki, bin defa böyle Hz. Şeyh, himmet ve duasıyla imdadıma yetişiyordu. Onun için bütün hayatımda umumiyetle Fâtiha ve zikirlerden ne kadar okumuşsam, Peygamber Efendimizden (S.A.S.) sonra Şeyh Abdülkadir Geylani’ye hediye ediyordum. Ben üç-dört cihetle Nakşî iken, Kâdirî meşrebi ve muhabbeti bende irademin dışında hükmediyordu. Fakat tarikat ile meşgul olmama ilmin meşguliyeti mâni oluyordu.
“Sonra İlahî bir inayet imdadıma yetişip gafleti dağıttığı bir zamanda, Hz. Şeyh’in Fütûhü’l-Gayb nâmındaki, kitabı hüsn-ü tesadüf (tevâfuk) ile elime geçmişti. Yirmi Sekizinci Mektup’ta beyan edildiği gibi, Hz. Şeyh’in himmet ve irşadı ile Eski Said (r.a.) Yeni Said’e inkılap etti. O Fütûhü’l-Gayb kitabının tefe’ülünde en evvel şu fıkra çıktı. ‘Ente fî dâri’l-Hikmeti fatlub tabîben yüdâvî kalbek’ (Sen, Darül-Hikmetil-İslâmiyede bulunuyorsun. Bir doktor bul, kalbini tedâvî etsin.) Yani, ‘Ey bîçâre! Sen Dârü’l-Hikmeti’l-İslamiyede bir âzâ olmak cihetiyle güyâ bir hekimsin, ehl-i İslamın mânevî hastalıklarını tedâvî ediyorsun. Halbuki, en ziyade hasta sensin. Sen, evvel kendine tabib ara, şifâ bul; sonra başkasının şifasına çalış.’ İşte o vakit, o tefe’ül sırrıyla, maddî hastalığım gibi mânevî hastalığımı da katiyen anladım. O şeyhime dedim: ‘Sen tabibim ol’ Gerçekten, o tabibim oldu. Fakat pek şiddetli cerrâhî ameliyat yaptı. Fütûhü’l-Gayb kitabımda ‘Yâ gulâm!’ tabir ettiği bir talebesine pek müthiş ameliyat-ı cerrahiye yapıyor. Ben kendimi o gulâm (genç, evlat, hizmetçi) yerine koydum. Fakat pek şiddetli hitap ediyordu. ‘Eyyühe’l-münâfık.’ ‘Ey dinini dünyaya satan riyâkâr’ diye diye… Yarısına kadar ancak okuyabildim. O sonra o Risaleyi terk ettim. Bir hafta bakamadım. Fakat ameliyat-ı cerrahiyenin arkasından bir lezzet geldi; iştiyakla o mübarek eseri acı ilaç gibi veya sulfato gibi içtim. Elhamdülillah kabahatlerimi anladım, yaralarımı hissettim, gurur bir derece kırıldı.” (Sekizinci Lem’a)
Üstad diyor ki: “Hz. Şeyh-i Geylânî, Kur’an hizmetine nazar-ı dikkati çekmek ve hizmet-i Kur’aniye, âhir zamanda dağ gibi büyük bir hadise olduğuna işaret için, kerâmetkârâne şu hizmette istidad ve liyakatimin pek fevkınde bulunması ve fedâkâr, çalışkan kardeşlerimle çalıştığımıza fazilet noktasından değil, belki noktasından değil, belki öncelik ve önde bulunmak noktasından ismimi bir derece göstermesi beni epey zamandır düşündürüyordu. Acaba bunun izhârında mânevî bir zarar bana terettüp eder, bir gurur, bir hodfüruşluk getirir diye, sekiz-on senedir durdum. Bugünlerde izhâr etmeye bir ihtar hissettim. “Hem kalbime geldi ki, Hz. Şeyh bana bir pâye vermedi. Belki, ‘Said isminde bir müridim mühim bir hizmette bulunacak,’ fitne ve belâlardan Allah’ın izniyle ve şeyhin duâsıyla ve himmetiyle mahfuz kalacak.
“Hem uzak yerde taşlar görünmez, dağlar görünür. Demek, sekiz yüz sene bir mesafede görünen Hizmet-i Kur’aniye’nin şahikasıdır; yoksa Said gibi karıncalar değil. Madem Şeyh Abdülkadir Geylanî’nin bu kerametini ilan ve izahrından, Kur’an şâkirdlerinin ve hizmetkarlarının şevki artıyor; elbette arkalarında Şeyh Geylânî gibi kahraman zâtlar himmet ve dualarıyla ve İlâhî izin ile himâye ettiklerini bilseler, şevk ve gayretleri daha artar.
“Elhâsıl: Bunu, kardeşlerimi fazla şevke ve ziyade gayrete getirmek için ızhar ettim. Eğer kusur etmişsen, Cenab-ı Hak affetsin. Muhakkak ki, ameller niyetlere göredir.” (Sekizinci Lem’a)
Büyüklerimizin, mürşidlerimizin ve rehberlerimizin, sohbetlerini ve konuşmalarımızı dinlerken: “Bunları bana söylüyor… Ben iyice anlayıp dinleyerek hayatıma geçireyim.” demeliyiz ve mutlaka gereğini yerine getirmeye çalışmalıyız.