Albay Hulusî Ağabeyimizin, Bediüzzaman Hazretlerine “Üstadım ben seyyid miyim?” diye Âl-i Beyt’ten yani Peygamber Efendimizin (S.A.S.) torunu olup olmadığını sorduğu soruya Üstadımızın verdiği cevap üzerinde daha önce bir yazımda dururken dikkatimizi bilhassa şu soru çekmişti: “Meşhurların torunları bile şecerelerini unutmazken, falancının torunuyum diye iftihar ederken nasıl oluyor da Hulusî Ağabey gibi birisi Muhammed Aleyhisselam'ın torunu muyum, değil miyim diye keşif yoluyla bir cevap almak için mürşidine böyle bir sualde bulunabiliyor?”
Evet, “Âl-i Beyt bir gün hilafeti elimizden alabilir. Onun için onları yok edelim, bitirelim, düşüncesiyle hareket eden siyasî düşmanları bazı Emevî ve yine bazı Abbasî yezit ve zalimlerinin gadir ve zulümlerinden kurtulmak için Âl-i Beyt dünyanın dört bir bucağına hicret edip gizlenmişler; çocuklarına bile kimin torunu olduklarını söyleyememişler. Tâ ki, bilmeden ifşa edip de başlarına bir belâ gelmesin diye…
Bugünlerde Hocaefendi’nin “Küçük Dünyam” kitabını yeniden mütalaa ederken girişte bu hususla ilgili ifadeleri dikkatimi çekti:
“Ahlat, malumunuz Bitlis vilayetimize bağlı tarihî bir belde. SEYYİDLER SOYUNUN, GÖÇ YERLERİNDEN BİRİ olarak Bitlis yöresini seçmeleri kaderin garip bir cilvesi. Geylanilerin ve diğer tarikat kollarının burada zuhuru, ancak Selçukluların Anadolu’ya gelip yerleşmesinden sonra olmuş. Kar-kış kalkmış, Bizans Hâkimiyeti bertaraf edilmiş, diğer taraftan da EMEVÎ ve ABBASİ zulmünden emin olunmuş ve bu SEYYİDLER SOYU belli tarikatların içinde ve başında kar çiçekleri gibi açmaya başlamışlardır.
“Bu günlere gelinceye kadar da hep SAKLANDILAR, GİZLENDİLER, Bitlis yöresi, SEYYİDLER adına sanki Ashab-ı Kehf'in Tarsus’taki mağarası gibi oldu. Birkaç asır, tabir yerindeyse mağara dönemi yaşadılar. Selçukluların Anadolu’ya yerleşmesiyledir ki, karanlık günler sona ermiş ve çekirdekler filiz vermeye başlamıştır.
“İşte Bitlis’e bakarken öyle bakmak lâzım. Bir Bediüzzaman’ın, günümüzde dahi ulaşılması zor yerlerden zuhura, yani o şecerenin, menbaından kalkıp oralara yerleşmesi katiyen tesadüf değildir. Hizan ve Nurs, yaz aylarında bile zor varılan yerlerdir ki, BU NESİL, KAÇABİLDİĞİNCE KAÇMIŞ ve SAKLANABİLDİĞİNCE SAKLANMIŞ ve orada bir potansiyel meydana getirmiştir.
“Meseleyi bir başka açıdan düşünecek olursanız: İslâma yeni açılan bir millet, Hicrî 5 ve 6. Asırda kitleler halinde İslâm’a girmiştir. Bunlar, âdab, ahlâk, kültür ve İslâmî akîde hesabına takviyeye ihtiyacı olan insanlardır. Selçuklular, Saltuklular, Karamanlar ve Anadolu’ya yerleşen bütün Oğuz boyları, dediğimiz hususlarda desteklenmelidir ki, İslâm adına yapacakları fetihler istenilen keyfiyeti daima koruyabilsin.
“SEYYİDLER ve onların sempatizanları, dine cibilli olarak bağlıdırlar. Adeta bu yöre Mülteka’l-Bahreyn (İki Denizin Birleştiği Yer) olmuş. Yani, esas devlet gücünü temsil eden Türk boyları ile İslâmî ruhu bütün hakikatiyle temsil eden mânâ ve hakikat erleri SEYYİDLER birleşerek bir derya meydana getirmişler ve fiziki olarak bu deryayı VAN GÖLÜ temsil etmektedir.
“Bu iki deryanın birleşmesi Türk Tarih yazarlarınca da çok önemli görülmektedir. Mesela Fuad Köprülü, Ortadoğu'da, Uzakdoğu'da yeni Türk tekevvünlerini (oluşumlarını) anlatırken bunların arkasında hep böyle mânâ erlerinin bulunduğundan bahseder.
“Anadolu’da, Türk boyunun edâ edeceği nice fonksiyonlar vardır. Denilebilir ki, Türk boyları için tarihindeki geçmiş dirilişlerinin yanında İslam’la yeniden dirilişe erme, İslâmın en yakını sayılan EHL-İ BEYT ile olmuştur. Buna bir mânâda telkih (aşılama) de denebilir. Sanki Bitlis ve özellikle AHLAT, o aşılmaz dağ ve vâdilerini, EHL-İ BEYT düşmanlarına karşı bir silah gibi kullanmış; ZULÜMDEN KAÇAN veya İSLAMLA BÜTÜNLEŞEN BÜTÜN MÂNÂ ERLERİNE de bağrını, sinesini alabildiğine açmış ve onları koruma altına almıştır. Bitlis ve yöresi, mânâ adına öyle mümbit bir toprağa sahiptir ki, Anadolu’ya ışık hüzmeleriyle yönlendirecek bütün seçkin insanlar burada yetişmiş, boy atmış ve dal-budak salmıştır.
“Saltuklar, AHLAT’ta uzun müddet kaldıktan sonra Hasankale’ye gelir yerleşirler. Bu da enteresandır. Bu yönüyle Bitlis, Ahlat ikinci firar yeri denilebilir. Burası İslâm’ın hamleleri için bir SIĞINAKTIR ve bu sığınak kendinden beklenen fonksiyonu hakkıyla edâ etmiştir.
“Bitlis’i derinlemesine tetkik edip incelediğimiz zaman ne kadar antik değeri bağrında sakladığını görürsünüz. O dağların arasında sıkışmış bu küçücük şehir, ihtiva ettiği eserler itibariyle payitahtlık yapmış nice büyük şehirlere denktir.
“Değişik dönemlerde İslâm kültür ve medeniyetine beşiklik yapması itibariyle de bu yörenin kendine göre bir ağırlığı vardır. Ahlat, istihale görmüş yani İslamlaşmış haliyle Cenab-ı Hakkın, Onun mahiyetine koydu bir kısım esaslı nüvelere teşne bulunmaktadır.
“Halil dedem de Ahlat’tan önce Hasankale’ye sonra da Korucuk köyüne yerleşir.”
Evet başa dönecek olursak, Cennet ucuz olmadığı gibi Âl-i Beyt’ten de olmak ucuz değil… İslamiyeti güneşin doğup battığı her yere ulaştırmakla görevli olan Âl-i Beyt, Mekke’de Kabe'de kılınan namazlar yüz bin kat ve Mescid-i Nebevide kılınanlar da elli bin kat fazla sevaba vesile olsa da oralardan ayrılıp cihanın dört bucağına gitmeleri, hicret etmeleri gerekiyordu. İradeleriyle gitmeyince cebr-i lütfî olarak zalimlerin zorlamasıyla gitmiş oldular, milyonlar rekat namazdan daha sevaplı hayırlara vesile oldular. Madem Efendimizin (S.A.S.) davasına gönül vermiş adanmış ruhlar da mânevî Âl-i Beyt sayılıyor. Bu da ucuz olmaz, öyle değil mi? İşte yaşadığımız sürecin bir mânası da bu olmak gerektir. Öyleyse hâlimize şükredelim ve bize düşen güzellik ve iyilikleri sergilemeye gayret edelim.