Bir ağabeyimiz anlatmıştı:
Isparta’da hizmet-i İmaniye ve Kur’aniye’ye kilitlenmiş ihlaslı bir Şâkirt, insanlara Kur’an öğretiyor, isteyenlere de aslî harflerle Risale-i Nurları yazmayı ve okumayı öğretiyordu. Suç işlemiş gibi bu ihlaslı insanı hapse atıyorlardı. O da hapisten çıktıktan sonra da yine öğretmeye devam ediyordu. Bir kaç defa girip çıktıktan sonra onu yine aynı hâkimin karşısına çıkarmışlardı. Bu sefer hâkim, kâtibeye “Yaz kızım… Tam bir sene hapis cezası!.” dedi. Bunun üzerine sanık: “Eyidir hâkim Bey… Eyidir!.” dedi. Hâkim de: “Anlamadım 3 veya 4 ay değil; tam bir sene hapis!” dedi. Sanık yine “Eyidir hakim Bey Eyidir!” dedi. Hâkim “Bu cezanın neresi iyi?!.” dedi. Bu sefer o “Veriyorsun üç ay, dört ay ceza… Ben mahkûmlara Kur’an öğretmeye çalışıyorum… Tam okumaya ve yazmaya başlayacakları zaman tutup beni dışarı çıkarıyorsunuz. Her şey ortada kalıyor. Bütün gayretler boşta kalıyor. Şimdi bir sene olunca ben onlara hem Kur’an okumayı hem yazı yazmayı öğretirim… Çok eyi oldu hâkim Bey!”
Hâkim bu cevaba hiddetlendi. “Siz dışarıda da içeride de başa belâsınız!” dedikten sonra katibeye “Kızım o kararı, o kağıdı yırt at” dedi. Sanığa da “Defol!” Bir daha seni gözüm görmesin!..” dedi.
Bu keyfiyet, davasına ihlas ve sadakatla bağlı istikamet sahibi şâkirdin dik duruşudur. Bu dik duruşlu, bu Sırat-ı Müstakim yolcusunu hiçbir dünyevi engel durduramaz.
* * *
M. Fethullah Gülen Hocaefendi, “İstikamet” başlığı altında şu tesbitleri yapıyor: “Doğruluk demek olan istikamet; ehl-i hakikatçe, itikatta, amelde, muâmelatta ve yeme-içme gibi bütün davranışlarda ifrat ve tefritten sakınıp, nebîler, Sıddıklar, şehidler ve sâlihlerin yolunda yürümeye itinâ gösterme şeklinde yorumlanmıştır ki, ‘Rabbimiz Allah’tır’ deyip sonra da istikamet üzere doğru yolda yürüyenler yok mu, işte onların üzerine melekler inip, ‘Hiç endişe etmeyin, hiç üzülmeyin ve size vaad edilen Cennet ile sevinin!’ derler.” (Fussilet Suresi, 41/30) âyeti, işte bu ölçüde Allah’ın rubûbiyetini itiraf ve O’nun birliğini tasdik edip, iman,amel ve muamelelerinde peygamberlerin yürüdüğü şehrahta yürüyenleri, ötelerde saf saf meleklerin karşılayıp, bin bir korku ve tasanın kol gezdiği o ürpertici vasatta onları, müjdelerle coşturacaklarını haber veriyor.
“İstikamet; tabiat mertebesinde mükellefiyetleri yerine getirmek, benlik mertebesinde hakikat-i şeriata muttali olmak, ruh mertebesinde marifete açılmak, sır mertebesinde de rûh u şeriatı zevk etmekten ibaret görülmüştür. Bu mertebeleri hakkıyla görüp gözetmenin ne kadar güç olduğunu anlatması bakımından o En Büyük Ruh ve Mânâ İnsanının (S.A.S.) ‘Hûd Suresi ve benzerleri iflâhımı kesip beni yaşlandırdı.’ (Tirmizi, Tefsîru’l-Kur’an, 57) sözü –ki, ‘Emrolunduğun gibi dosdoğru ol’ (Hud Suresi, 11/112) âyetine işaret buyuruyorlardı – ne mânidardır!”
“Zaten O’nun duygu, düşünce ve davranışları da hep istikamet edâlı değil” miydi? Ve huzur-u ruh-efzâlarına kurtuluş ve ebedî saadete eriş beklentileriyle sığınan bir sahabiye ‘Allah’a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol’ (Müslim) diyerek, iki cümlelik ‘cevâmiü’l-kelim’ ile, bütün itikadî ve ameli esasları câmî bulunan istikameti İSTİKAMETİ hatırlatmıyor muydu?
“Bâyezid-i Bistâmiye: ‘Falan kimse suda yürüyor, havada uçuyor.’ dediklerinde, Hazret: ‘Balıklar kurbağalar da suda yüzüyor; sinekler, kuşlar da havada uçuyor. Görseniz ki, bir adam seccadesini suya sermiş yüzüyor veya havada bağdaş kurmuş oturuyor; zinhar ona iltifat etmeyiniz! Onun hâl ve hareketlerindeki istikamete ve onların da Sünnet’e uygunluğuna bakınız.’ Ve bize, harikalar atmosferinde pervaz etmeyi değil, istikameti ve kulluk zemininde yüzü yerde olmayı salıklar…
“İstikamet, Hakk’a kurbet (yakınlık) yolunda üç basamaklı bir merdivenin son basamağıdır. İlk menzil ‘takvîm’ dir ki; hak yolcusu, bu mertebede İslâm’ın nazarî ve amelî bölüm bölümlerinde temrinat yapa yapa onu tabiatının bir parçası haline getirerek, bir ölçüde nefsini aşmaya muvaffak olur. İkinci menzil ‘ikamet’ ve ‘sükun’ dur ki, sâlik, âlem-i emre ait mesâviden –ki, riyâ, sûm’a, ucub gibi kullukla telifi imkansız yaramaz şeylerdir – uzaklaşarak, kalbini şirke ve şirk şâibelerine karşı korumaya alır. Üçüncü menzil, İSTİKAMET’tir ki, bu makam, Hak yolundaki seyyaha sır kapılarının aralandığı makamdır ve İlâhî varidattır kerâmet ve ikrâm ünvanıyla indiği kutup noktadır. Bu mânâdaki istikamet, ehl-i hak arasında bilene geldiği şekliyle çok defa âdiyattan sıyrılarak, ‘yedullah’ kuşağında ‘kadem-i sıdk’ üzere yaşamaktır ki, burası aynı zamanda İlâhî lütufların sağanak sağanak olduğu bir harikalar iklimidir. Bu iklimde çiçekler hiç solmaz… burada yamaçlar kar-kış bilmez.. ve burada hep baharlar tüllenir durur ki: ‘İnsanlar ve cinler Allah’ın yolunda dosdoğru yürüselerdi, onlara bol yağmur verir, rızıklarını bollaştırırdık.’ (Cin Suresi, 72/16) beyanı da bu temâdî ve ölümsüzlüğü ifade etmektedir.
“Efendimiz de, bu hususa temas buyurarak: ‘Kulun kalbi müstakim olmadıkça imanı müstakim olamaz, lisanı dosdoğru olmayınca da kalbi müstakim olamaz’ (Ahmed b. Hanbel, Müsned) ferman ederler. Bir başka beyanlarında ise: ‘Her sabah insan oğlunun uzuvları lisana karşı: ‘(Ey dil!) bizim hakkımızda Allah’tan kork; zira sen müstakim olursan biz de istikamette oluruz; sen eğri-büğrü olursan biz de eğiliriz’ derler.” (Tirmizi, zühd) diye önemli bir mevzuu ihtarda bulunur.”
(Kalbin Zümrüt Tepeleri)
İşte İstikametin temel prensipleri; bunlara sadık kalmaya çalışalım ki, sadakatımız da tamam olsun.