Yüksel Çayıroğlu kardeşimizin M. Fethullah Gülen Hocaefendi hakkında yazdığı kitap diğer yazılanlar gibi farklı bir güzellik ve renkte başucu eserlerinden birisi olmuş. Kendisi de bir sohbetinde kitapla ilgili özet bir değerlendirme yapıp şunları söyledi:
“Yüksel Bey’in kitabına sabah biraz baktım, derli toplu câmi bir şey olmuş ama maalesef Türk milleti kitap okumayı sevmiyor.”
Sırat-ı Müstakim her şeyde ifrat ve tefritten kaçarak dengeli olma yolu demektir ki Cenabı Hakk’ın kendilerine nimet verdiği nebîlerin, sıddıkların ve salihlerin yolu bu yoldur. Denge kaybolup insanlar ifrat ve tefritlere girince şeytan hiç olmadık şeyler yaptırır. Misal olarak, Hac’da tavaf sırasında üzeri bezle örtülü minbere mukaddes bir şeymiş gibi el süren insanların durumunu Hocaefendi bir hatıra olarak şöyle anlatıyor:
“Aklımdan Mevlâna Halid-i Bağdadî’nin cübbesini ve takkesini değer verdiğim önemli birisine hediye olarak göndermek geçiyordu ama kendime de kıyamıyorum. Geçenlerde buradaki arkadaşlara sırayla giydirdim ve herkes birkaç dakikalığına Mevlâna Halid oldu. Bunların hatıra olarak tutulmasında mahzur yok ama öyle tapıyor gibi yapmak doğru değil. Vehhabileri haklı gibi gösteren şey de insanların bu tür şeylere tapıyor gibi gidip el sürmeleri. Bizim yaptığımız ise saygının ifadesi. Üstadımız Vehhabî meselesinde sükût diyor.
“Şeytan böyle güzel şeylerden bile kendine göre ayak oyunları çıkartıyor. Rahmetli Mehmet Ali Şengül’le Hac’da beraber olduğumuz dönemde Kâbe’nin karşısındaki revaklarda duruyorduk. Orada üzeri örtülü bir minber vardı; aklıma Kâbe’ye yüz sürdükleri gibi buna da yüz sürerler mi acaba diye geldi. Sonra biri gitti ona yüz sürdü insanlar da oraya yüz sürmeye başladılar. Hizmet Hareketi’nde kutsala kutsal olduğu için saygı duyma ama peygamber yerine koymama, aşırılığa gitmeme ve bunları dengeli götürme oluyordu ama ona da dokundular.”
Hocaefendi, Prof. Dr. Mehmet Altan’ın Hac’ca gidip geldikten sonraki sözlerini değerlendirirken onun “folklorik” tabirine hak verir ifadeler kullanıyor. Üstad Hazretleri tam manasıyla yapılan bir Hac’cın insanı velayet makamına çıkaracağını söylüyor. Çünkü, normalde Hac atmosferi, insanı küllî ubudiyet şuuruna çıkaracak bir konuma bir potansiyele hazırlar. İkinci olarak, Hac, bütün bir İslam dünyasının istişare edeceği dertlerini birbirlerine aktaracağı bir KONGRE gibidir. Eğer işin aslına heyecanla dönecek olursak, Hac ibadeti, artık bir folklorik gösteri durumundan kurtulup asliyetine kavuşur. Bundan Hocaefendi’nin çıkardığı ders şudur:
“Mehmet Altan Hac’ca gitmişti; dönüşte orada müşahede ettiği atmosferden bahsederken “Yapılanlar folklorik, meselenin içinde kalp heyecanı yok!” demişti. Kurumuş gözyaşları, dinmiş kalp heyecanları… Bu halde kimseye bir şey ifade edemeyiz. Kur’an okunuyor ama nerede onun gözyaşları… Halbuki o, Allah kelamı!
“Burada, siz böylesiniz demek istemiyorum ama keşke teheccüd vaktinde seccadeler gözyaşlarıyla ıslansa; çünkü cehenneme karşı onlar sütre olacaklar.”
Hocaefendi, Edirne’de bulunurken bir bayram tebriği münasebetiyle dostlarına gönderdiği tebrik kartı için karakolda sorguya çekiliyor. Orada bir emniyet amirinin sözlerinden hareketle bizlere çıkarılacak mânâyı dile getirerek asıl olanın formaliteleri yerine getirmekten, folklorik biçimde davranışlarda bulunmaktan ziyade meselenin özüne uygun davranmanın esas olduğunu belirtiyor:
“Bir gün beni aldılar, istintaka götürdüler. Bayramda, Habbab Bin Eret’in ve onun maruz kaldığı sıkıntıların anlatıldığı; dolayısıyla ‘Sizin çektiğiniz, çekeceğiniz şeyler bir şey değil; onlar neler neler çekmişler!’ diyerek insanların kuvve-i maneviyelerini takviye adına bir hatırlatma veya bayram tebriği gibi bir şey hazırlamıştık. Onu, kendilerine göre farklı anlayıp, yorumlamışlar ve bundan dolayı beni istintaka tabi tutmuşlardı. Bir emniyet amiri vardı; yanıma gelip ‘Yahu, o gün o camideki hal neydi öyle!’ dedi. Herkesin hıçkırıklarla ağlamasından, sevgi ile birbirlerine sarılıp ayrılmalarından, derinlemesine yaşanan kardeşlikten, oradaki manevi atmosferden çok etkilenmişti. O zatı hiç unutamam. Demek ki, İslami derinlik herkese bir şey ifade ediyor, herkeste bir heyecan uyandırıyor. Şekle bağlı kalmanın ise, renk atmış hazan yemiş gibi tesiri az oluyor. İnkisara sebep olmasın ama kendimizi gözden geçirelim. Allah’a kullukta nerede duruyoruz, onunla irtibatta neredeyiz. Bu konuda kimse, kimseyi sorgulamasın ama herkes kendisini gözden geçirsin.”
Pratiğe dökülmeyen bilgiler pek bir işe yaramaz. İnsanı harekete geçirmeyen bilgileri tekrar tekrar konuşmak bir nevi kahvehane konuşmaları gibidir; ortada bir şey göremezsiniz. Bu hususu dikkate sunmak için Hocaefendi’nin sözlerinden alacağımız çok ibretler var:
“Üstadımızı da tam anladığımız söylenemez. Risaleleri roman okuyor gibi okuyoruz. İster inanın ister inanmayın; bilgi amelle beslenmiyorsa kuruması mukadderdir! Bu cemaatte de o ilk müptedilerin, her şeyi kendi enginliğiyle duyup, ses katmaları başkaydı. O dershanelerde öyleydi; hep bir derinlik vardı. Kırkıncı Hoca, çok defa 19. Mektup olan Mu’cizat-ı Ahmediye risalesini bana okuturdu. Bana göre onun her satırı gözyaşlarıyla ıslanmadıydı. Peygamber sevgisi aynen bunu gerektirir. Lafazanlıkla olmuyor.”
Öz ağlamayınca göz ağlamaz, denir. Kalbin ürpertileri, güm güm atan inleyişleri olmadan da herhalde bir sevgiden bahsedilemez. İşte bu hususu anlatmak için Hocaefendi, Alvarlı Efe Hazretleri’nin huzurunda söylenen bu manada ki bir şiiri küçük yaşlarında ezberini almış. Kürtçe olarak bir misal sadedinde bizlere söylemişti; aynen arz ediyorum:
“Dilê min pir dî kut kut nâle
Ji şewqa murşîdî kâl e
Dilê çi bikim ziman lâl e
Şefaat ya şahê Şîrwan”
“Güm güm iniltileri ne de çok kalbimin
(Bu) Hazret-i pîrin iştiyakındandır
Ey gönül, ne yapayım dilim lâldir
Şefâât Yâ Şâh-ı Şirvân”
Muhterem Necip Fazıl Kısakürek hakkında Hocaefendi her zaman hüsnü şehadette bulunur. O’nun elinden geldiği kadar İslamiyet’i ve Efendimiz’i enfes biçimde anlatması her zaman takdire şayandır.
“Necip Fazıl’ı tanırdım; dertli bir insandı, işleri düzeltmek için uğraşır dururdu. Nurettin Topçu da öyleydi; namaza durduğunda hıçkırıklara boğulurdu. Kimsenin görmediği yerlerde hıçkıra hıçkıra ağlardı. Ankara’da, Maltepe Camii’nin mahfilinde namaz kılıyor; ayakta duruyor ağlıyor, rükuda ağlıyor, başını yere koyuyor secdede ağlıyor… Böyle dertli bir insandı.”
Hocaefendi, zaman zaman ecdadı hatırlatır:
“Bazen ecdadın yaptığı o mabetlere bakınca ‘Keşke bu kadar şey yapacaklarına, O’nun İsm-i Celîl’ini her yere götürselerdi; böylelikle canlılık da devam ederdi.’ diyorum; diğer taraftan da o herkes kolaylıkla gidip İbadet ediyor, insanlar dine imreniyor; dersler yapılıyor, ilim meclisleri kurulup ilim tahsil ediliyordu. Zaten, o mabedi mabed yapan, oradaki ses ve soluğu uhrevileştiren de bunlardı…”