İki büyük cihan harbi geçtikten sonra 1952’de 1911’de Arapça olarak irad ettiği Hutbe-i Şâmiye’yi Türkçeye çevirirken şu derin ve isabetli tesbitleri ortaya koyarak diyor ki:
“Artık insanlar, bilhassa medeniyet fenlerinin ikazları ile uyanmış, insanlığın M HİYETİNİ anlamış. Elbette ve elbette dinsiz, başıboş yaşayamazlar. İnsanların en dinsizi de dine sığınmaya mecburdur. Çünkü insanın âcizliği ile beraber, hadsiz musibetlere ve kendisini inciten hârîcî ve dâhili düşmanlara karşı dayanma noktası; fakrı ve muhtaçlığıyla beraber hadsiz ihtiyaçlara mübtelâ olması, sonsuza kadar uzanmış arzularına meded verecek ve yardım edecek imdât isteme noktası; yalnız ve yalnız âlemin Yaradanını tanımak ve iman etmek, âhirete inanmak ve tasdik etmektir. Bundan başka, uyanmış olan insanlığın hiç çaresi yoktur. Kalbin sadefinde, HAK DİNİN CEVHERİ bulunmaz ise, insanlığın başında maddî-mânevî kıyametler kopacak ve insan hayvanatın en bedbahtı ve en perişanı olacaktır.
“Netice itibariyle, insanlık bu asırda harplerin ve fenlerin ve dehşetli hadiselerin ikâzları ile uyanmış, insaniyetin cevherini fark etmiş ve pek çok istidad ve kabiliyetin kendi varlığında toplandığını hissetmiştir. Herkes bir derece, bu acip ve hârika istidad ve kabiliyetlerle dolu olan varlığı ile yalnız bu kısacık dağdağalı, gürültülü dünya hayatı için yaratılmamış olduğunu, bilakis ebediyete namzet bulunduğunu, kendi mâhiyetinde sonsuzluğa uzanan arzuların var olduğunu, bu dar, fâni dünyanın, kendisinde bulunan nihayetsiz emel ve arzularına kâfi gelmediğini bir derece hissetmeye başlamıştır.
“Hatta insanlığın bir lâtifesi ve hizmetçisi olan hayal duygusuna, ‘Sana dünya saltanatı ile beraber bir milyon sene ömür verilecek; fakat sonunda hiç dirilmeyecek bir surette senin başına bir idam gelecek’ denilse, elbette hakiki insanlığını kaybetmeyen ve uyanmış olan o insanın hayali, bu müjde ile sevinç duyamaya bedel, derinden derine teessüf ederek, eyvahlar diyerek ebedî saadetin, sonsuz bir hayatın bulunmamasından dolayı ağlayacaktır.
“İşte bu nükte içindir ki, herkesin kalbinde derinden derine hak bir dini aramak meyli doğmuştur. Her şeyden önce ölüm ilamına karşı hak dindeki bir hakikatı arıyor ki, kendini kurtarsın. Dünyanın şimdiki hali, bu hakikate şahitlik eder.
“Kırk beş sene sonra, tamamiyle insanlığın bu şiddetli ihtiyacını - dinsizliğin zuhur etmesiyle birlikte – dünyanın kıtaları ve devletleri birer insan gibi hissetmeye başlamışlardır… Hem Kur’an’ın âyetleri, başlarında ve sonlarında insanları, akıllarına havale eder. ‘Aklına bak… Fikrine, kalbine müracaat et, meşveret edip danış, onunla görüşüp istişare et ki, bu hakikati bilesin.’ der.
“Mesela bakınız, o âyetlerin başlarında ve sonlarında ‘Neden bakmıyorsunuz? İbret almıyorsunuz? Bakınız ki, hakikati bilesiniz.’ buyuruluyor. ‘Biliniz’ ve ‘Bil’ hakikatine dikkat et. ‘Acaba insanlar neden bilemiyorlar, katmerli bir câhilliğe düşüyorlar? Akıllarını neden çalıştırmıyorlar, divaneliğe düşüyorlar? Neden bakmıyorlar da hakkı görme konusunda körlüğe düşüyorlar? Neden insan, hayatında başından geçenler ve âlemdeki hadiseler üzerinde düşünmüyor? Halbuki tefekkür edip olayların önünü sonunu düşünce istikamet yolunu bulacaktır. Neden insanlar tefekkür edip işlerin enini-sonunu ölçüp biçerek aklen muhakeme etmiyorlar da dalâlete, yanlışa ve hakikatten sapmış yollara düşüyorlar? Ey insanlar ibret alınız! Geçmiş çağlardan ve asırlardan ibret alıp gelecek mânevî belâlardan kurtulmaya çalışınız? İşte Kur’an’da bu mânalara gelen âyetlerin bu cümlelerine kıyasen, çok âyetlerle insanları akla ve fikirleri ile istişareye ve danışmaya havale ediyor.”
Üstad Hazretlerinin bu tesbitlerinden sonra bir hatıramı anlatmak istiyorum:
İslâmiyet üzerine konuşmalar yapan emekli misyoner bir papaz vardı. Onunla Süreyya Bey tanışıyordu. Bu kişi konuşmalarında, Müslümanların akla değil, nassa (âyetlere) bağlı olduklarını, nakli esas alıp aklı bir tarafa ittiklerini iddia ediyormuş. Kendisinden randevu talep ettik, kabul edince evine ziyarete gittik. Bir münasebet bulup Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin Muhakemât Risalesinde söylediği şu sözleri aktardım: “Yerleşmiş bir usûldür ki: Akıl ve nakil birbirine muârız ve ters göründüklerinde, akıl esas itibar olunur ve nakil tevil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir.” Sonra dedim ki: “Kur’an bir çok meseleyi akla ve akıl sahiplerine havâle eder. Hatta AKL kelimesi Kur’an’da hep fiil halinde geçiyor. Yani durgun akıl yerine fiile dönüşmüş, aktif akıl ve akıl yürütme esas alınıyor. Semavî dinlerde esas olan altı iman esasının da aklı ve kalbi tatmin edecek şekilde anlatılması lazımdır. Yoksa felsefe okuyan gençler inkâra sapabilir. Evet imanın yeri kalbtir ama akıl da imanın bekçisidir. Bazen de akla gelen şüpheli sorulara cevap verip süpürgecilik yapar.” Üstadın tesbitlerine “Şiir gibi güzel sözler” demekten kendini alamadı.
Üstad Hazretleri hutbesine devam ederek diyor ki: “Ey bu Emevî Camiindeki kardeşlerim (Ve lem-i İslâmın büyük camiindeki kardeşlerim) Siz de ibret alınız. Bu kırk beş senedeki bu dehşetli hadiselerden ibret alınız. Tam aklınızı başınıza alınız ey kendini düşünce ve akıl sahibi ve münevver telakki edenler!..
“Hülasa olarak: Biz Kur’an talebeleri olan Müslümanlar yani kesin delile tâbi oluyoruz; akıl, fikir ve kalbimizle iman hakikatlerine giriyoruz. Onun için, akıl, ilim ve fennin hükmedeceği gelecekte, elbette aklî kesin delillere dayanan ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’an hükmedecektir.”
Bu sözlerinden sonra biz de Üstadın dediği gibi: “İstikbalde en yüksek ve gür sadâ İslâmın sadâsı olacaktır!” diyoruz.