Üstad Bediüzzaman Hazretleri Hutbe-i Şâmiyede Müslüman toplumun altı
hastalığını bir teşhis olarak ortaya koyduktan sonra altı tane tedavi esasına
çare olarak ortaya koyuyor. Bunlardan ÜÇÜNCÜ
ESAS’ta diyor ki: “Bütün hayatımdaki tahkikatımla ve ictimâî hayatın
çalkalamasıyla hülâsa ve zübdesi (kaynağı)
bana kat’î bildirmiş ki, SIDK (Doğruluk),
İslâmiyetin ana üssüdür ve ulvî seciyelerinin râbıtasıdır ve ulvî, yüce
hislerin mizacıdır. Öyle ise ihyâ
edip onunla mânevî hastalıklarımızı tedâvî etmeliyiz.
“Evet sıdk ve doğruluk İslâmiyet'in ictimâî hayatında RİYÂKÂRLIK, fiilî bir nevi yalancılıktır. DALKAVUKLUK ve TASANNU, alçakça bir yalancılıktır. NİFAK ve MÜNAFIKLIK çok zararlı bir yalancılıktır. Yalancılık ise Cenab-ı Hakkın kudretine iftira etmektir.
“İnkâr ve küfür, her çeşidi ile yalancılıktır. İmân, sıdktır, doğruluktur. Bu sırra binaen yalan ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesafe var. Şark ve garb kadar birbirinden uzak olmak lâzım geliyor. Nar ve nur gibi birbirine girmemek lâzım. Halbuki gaddar siyaset ve zalim propaganda birbirine karıştırmış, beşerin kemâlatını da karıştırmış.”
Dinin bir hakikatini, bu siyasete tercih ederim
Tam burada Üstad Hazretleri Hutbe-i Şâmiyenin Türkçesinde bir hâşiye, bir dip not tutuyor: “Ey kardeşlerim! Kırkbeş sene evvel Eski Said’in bir dersinden anlaşılıyor ki, o Said (o tarihlerde) siyasetle ve İslâmiyetin ictimaî hayatı ile ziyade alâkadardır. Fakat sakın zannetmeyiniz ki, o dini siyasete âlet veya vesile yapmak mesleğine gitmiş. Hâşâ! Belki o, bütün kuvvetiyle siyaseti dine âlet ediyormuş ve derdi ki: ‘Dinin bir hakikatini, bu siyasete tercih ederim.’ Evet o zamanda kırk-elli sene evvel hissetmiş ki, bazı münafık zındıkların siyaseti dinsizliğe âlet etmeye teşebbüs niyetlerine ve fikirlerine karşılık, o da bütün kuvveti ile siyaseti İslâmiyetin hakikatlerine bir hizmetkâr, bir adet yapmak için çalışmış.
“Fakat o zamandan yirmi sene sonra gördü ki, o gizli münafık zındıkların Batılılaşmak bahanesiyle siyaseti dinsizliğe âlet yapmalarına mukabil bir kısım dindar, ehl-i siyaset dini, İslâmî siyasete âlet etmeye çalışmışlardı. İSLÂMİYET GÜNEŞİ YERDEKİ IŞIKLARA ÂLET VE TÂBÎ OLAMAZ. Ve âlet yapmak İslamiyetin kıymetini düşürmektir, büyük bir cinayettir. Hatta eski Said o çeşit siyaset tarafgirliğinden gördü ki: Bir sâlih âlim kendi siyasî fikrine uygun bir münafıkı, hararetle sena etti ve siyasetine muhalif sâlih bir hocayı tenkit edip onun fâsık ve günahkar birisi olduğunu söyledi. Eski Said, ona dedi: ‘Bir şeytan senin fikrine yardım etse, rahmet okutacaksın. Ama senin siyasi fikrine muhalif bir melek olsa, lânet edeceksin.’ Bunun için Eski Said, ‘Eûzu billahi mine’ş-şeytanı ve’s-siyaseti’ dedi. Ve 35 seneden beri siyaseti terk etti.”
Üstad Hazretleri devam ile diyor ki: “Bu doğru ve yalan, iman ve küfür kadar birinden uzak. Asr-ı saadette doğruluk vasıtasıyla Muhammed Aleyhisselam yücelerin yücesine çıkması ve doğruluk anahtarı ile iman hakikatlerini ve kainat hazinesinin açması sırrıyla, insanlığın ictimaî çarşısında doğruluk en revaçlı ve değerli bir mal ve satın alınacak en kıymetli metâ hükmüne geçmişti…
Sahabeler daima doğru söylerler
“Yalan vasıtasıyla peygamberlik iddia eden Müseylime-i Kezzab ve emsâli, aşağıların aşağısına düşmüş o zamanda yalancılık inkâr ve nankörlüklerin hem de hurafelerin anahtarı olduğunu o muazzam inkılab gösterdiğinden, kainat çarşısında en fena, en pis bir mâl olup, o malı satın almak değil herkesin nefret etmesi hükmüne geçen yalan ve yalancılığa, elbette o muhteşem Asr-ı Saadet inkılabının en ön saflarında olan ve fıtratlarında en değerli ve revaçlı ve iftihar vesilesi şeyleri almak ve en kıymetli ve revaçlı mallara müşteri olmak fıtratında bulunan sahabeler; elbette, şüphesiz bilerek ellerini yalana uzatmazlar. Yalan ile kendilerini kirletmezler. Müseylime-i Kezzaba kendilerini benzetemezler. Belki bütün kuvvetleriyle fıtrî meyil ve temayülleriyle en revaçlı mal ve en kıymetli meta ve hakikatların anahtarı Muhammed Aleyhisselatü vesselam’ı yücelerin yücesine çıkarmanın basamağı olan doruluğuna müşteri olup, mümkün olduğu kadar sıdk ve sadakattan ayrılmamaya çalıştıklarından, Hadis ilmince ve İslâmî ilimler içerisinde yerleşmiş bir kâide olan ‘Sahabeler daima doğru söylerler. Onlardaki rivayet, tezkiyeye muhtaç değil… (Yalancıdan ve yalancı olmak ihtimali bulunanların rivayetleri kabul edilmez. Evet Sahabelerin Hz. Peygamber Aleyhisselamdan rivayet ettikleri hadislerin hep sahih ve sağlamdır.’ diye ehl-i şeriat ve ehl-i Hadisin itifakına kat’î delil ve hüccet bu zikredilen hakikattır.
“İşte Asr-ı Saadetteki muazzam inkılab, doğruluk ile yalan, iman ile küfür kadar birbirinden uzak iken, zaman geçtikçe gele gele birbirine yakınlaştı. Ve SİYASET PROPAGANDASI bazen yalana ziyade revaç verdi. Fenalık ve yalancılık bir derece meydan aldı. İşte bu hakikat içindir ki, SAHABELERE KİMSE YETİŞEMEZ. Yirmi Yedinci Söz’ün Zeyli olan Sahabeler Hakkındaki Risaleye havale edip kısa kesiyoruz.”
Sahabe Efendilerimiz öyle bir Muallimin (S.A.S.) huzurunda eğitildiler ki
Sahabe zaten “sohbet” kökünden bir kelimedir. Yani sahabeler Efendimizin sohbet arkadaşları demektir. Ama ölçü şudur: Efendimiz (S.A.S.) Peygamber olduktan sonra, imanlı olarak O’nunla (S.A.S.) görüşen kimsedir. Sohbette inikas ve insibağ vardır. Yani aynı akis ve yansımalara ve aynı boyalarla boyamaya mazhar olmak söz konusudur. Biz bir velinin, bir mürşidin huzuruna varınca, onun atmosferinin çok değişik olduğunu, sanki manevî bir manyetik alana girmiş gibi olduğunu hemen anlarız. Ki, o mürşid, o evliya zatlar Efendimizin (S.A.S.), çömezleri, izdüşümleri ve gölgeleri durumundadır. Peki onların huzurları bile öyle birer manevî atmosferi ise ya Efendimizin (S.A.S.) huzurunda sohbetinde bulunmak nasıl güzel bir durumdur düşünmek lazım. İşte Sahabe Efendilerimizin nasıl bir muallimin huzurunda eğitildikleri böylece malum olur. Elbetteki onun talim ve terbiyesinde yetişenler onun sıdk, emniyet ve sıdk gibi sıfatlarının onlara nasıl yansımış ve o boya ve renklerin onları nasıl tezyin etmiş olduğunu da siyerden öğreniyoruz.