Muhterem M. Fethullah Gülen Hocaefendi “Yeni İnsan” yazısına devamla diyor ki: “YENİ İNSAN, düşünen, araştıran, inanan, ruhâniyata açık ve ruhânî zevklerle dopdolu insandır. O kendi dünyasını kurma yolunda, âzamî derecede çağının imkânlarından yararlanmanın yanında, kendi millî ve mânevî değerlerine de sahip çıkarak çok farklı bir performans ortaya koyacaktır.
Hocaefendi devamla: “Şanlı geçmişindeki inananlar gibi inanacak, düşünenler gibi düşünecek; onlar gibi soluklarını duyurma arzusuyla şahlanacak ve onlar gibi karanlıkların bağrına nurlar saçacak… Bunları yaparken de, derin bir vefâ hissiyle bir lâhza bile Hakk düşüncesinden ayrılmayacak… Hakk’ı tutup kaldırmak için hergün birkaç defa ölüp ölüp dirilecek… İcâbında yurt-yuva, evlâd ve iyhâl herşeyi terketmeye hazır olacak… mal-can kaygısına, refah-saadet arzusuna kapılmadan bugün mazhar olduğu herşeyin, yakın-uzak milletinin istikbâli yolunda tek zerresini dahi zâyi etmeden tohumları toprağın bağrına saçtığı gibi, Hakkın inâyet yamaçlarına saçacak; sonra kuluçkanın yumurta ve civcivler üzerine abandığı gibi bir ızdırap ve bekleyiş faslına girerek inleyip kıvranacak, ürperip yakarışa geçecek ve hergün ölüp-ölüp dirilecek. Hakk yolunda olmayı, Hakk yolunda ölmeyi hayatının gayesi bilecek ve böyle bir gayeyi fevtetmiş olmayı da şahsı adına telâfisi imkânsız en büyük bir kayıp sayacak…” diyor.
M. Fethullah Gülen Hocaefendi, “YER YÜZÜ MİRASÇILARI’nın vasıflarını sayarken özetle şöyle diyordu: “Mirasçının birinci vasfı, kâmil îmandır. (…) Mirasçının ikinci vasfı, yeniden dirilişin en önemli iksiri sayılan AŞK’tır. Gönlünü Allah’â iman ve O’nun marifetiyle onarmış, donatmış bir insan, derecesine göre bütün insanlara, hatta bütün varlığa karşı derin bir muhabbet ve engin bir AŞK duyar; duyar da bütün ömrünü, topyekûn varlığı kucaklayan aşkların vecdlerin, cezbelerin, incizapların ve rûhânî zevklerin gel-gitleri arasında yaşar. (…) Mirasçının üçüncü vasfı; akıl, mantık ve şuur ölçüsüyle ilme yönelmek olacaktır. (…) Mirasçının dördüncü vasfı; onun, kainat, insan ve hayat mülâhazalarını bir kere daha gözden geçirip yanlış ve doğrularını kritik etmesidir. Bu hususta şunları zikredebiliriz:
1-Kâinat, sık sık müracaat edilmek üzere Allah tarafından gözler önüne serilmiş bir kitap; insan, varlığın derinliklerini rasat etmeye açık bir menşur ve bütün dünyaların şeffaf bir fihristi; hayatı da bu kitap ve fihristten süzülen ve süzülüp İlahî Beyanla yankılanan mânâların temessülüdür. Eğer kâinat, insan ve hayat televvünleri itibarıyla farklı fakat aynı hakikatın değişik yüzleri ise –ki öyledir- bunları birbirinden ayırmak, hakikatin âhengini bozacağından varlığa da, insana haksızlık ve saygısızlık demektir. (…) 2-Gerçek insanî derinliklerin, duygu, düşünce ve karakterde aranması lâzım geldiği gibi onun Hakkın nazarında ve halkın yanındaki itibarı da yine bu hususlarda aranmalıdır. Üstün insanî vasıflar, duygu, düşünce derinliği ve karakter sağlamlığı hemen her yerde geçerli bir kredi kartı mesabesindedir. (…) 3-Meşrû ve hak olan bir hedefe ulaşmanın vasıtaları da yine hak ve meşru olmalıdır. Evet, İslamî çizgide olanlar için her işte gaye-i hâyâlin (hedefin) meşru olması bir hak, o hakka ulaşmada baş vurulacak vesilelerin meşru olması da bir vecibedir. (…) Mirasçının beşinci vasfı; onun hür düşünebilmesi ve düşünce hürriyetine saygılı olması şeklinde hülâsa edilebilir. (…) Altıncı vasfı, artık dehanın yerini şahs-ı mânevî, meşveret ve kollektif şuurun aldığını bilerek yeryüzü mirasçının istişare ve şûra’ya önem vermesidir. (…) Mirasçının yedinci vasfı, Riyazî Düşüncedir.”
Yeni insan, dünyanın bir köy, bir apartman haline gelmesiyle tek mozaik olduğu bu dönemde, o mozaiğin içinde kendi rengi, kokusu ve görüntüsüyle çiçek açması gerekir…
Hocaefendi devam ediyor: “Yeni insan, insanların akıl, kalb, ruh ve duygularına ulaşma yolunda, kitaptan gazeteye, gazeteden mecmua ve bültene, onlardan da radyo ve televizyona kadar bütün modern imkânlardan –kitle iletişim vasıtalarını kastediyorum- yararlanacak ve kendini bir kere daha isbatlamaya çalışacak… sadece kendini ispatlamak değil, aynı zamanda gasba uğrayan devletlerarası muvazenedeki yerini ve itibarını istirdâd edip geri alacak.”
Bediüzzaman Hazretleri Mucizat-ı Ahmediye Risalesinde, “Elbette nev-i beşer, âhir vakitte ilimlere ve fenlere dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir. (…) İlimler ve fenlerin en parlağı olan belâğat ve cezâlet, her çeşidiyle âhir zamanda en rağbetli bir suret alacaktır. Hatta insanlar, kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek ve hükümlerini birbirine icrâ ettirmek için en keskin silâhını, beyanın cezâletinden ve en dayanılmaz kuvvetini belâğatın edâsından alacaktır.” (Yirminci Söz, İkinci Makam)
Hocaefendi devam ediyor: “Yeni insan, ruhunun kökleri itibariyle de çok yönlüdür. O, ilimden sanata, teknolojiden metafiziğe, her sahada söz sahibi ve kendini alâkadar eden her mesele ile içli-dışlıdır. Evet o, doyma bilmeyen ilim aşkı, her gün daha bir başkalaşan mârifet tutkusu ve idrâk üstü ledünni derinlikleriyle, AK DEVRİN AYDINLIK İNSANLARI ile omuz omuza ve her gün yeni bir MİRACIN SÜVÂRÎSİ olarak da rûhânilerle atbaşıdır.”
Evet yeni insan, “Hel min mezîd?” (Daha yok mu? Daha var mı?) kahramanı olarak mâneviyatta, ilimde, fende, sanatta, marifette hep ilerleme ve yükselme açlığı çeken müthiş bir oburdur. Onun terakki yolculuğunun sonu yoktur. Onun emekliliği gelmez ve olmaz. O ancak rahmetli olunca emekli olur. O, felsefe olarak bir medeniyet projesinde çalıştığı için her yerde olmak mecburiyetindedir. Zaten her yerde olmazsa, istediği yerde olamayacağını, hatta istediği hiçbir yerde ve arzu ettiği hiçbir konumda olamayacağını bilir. Bu hususta Ak Devrin yani Asr-ı Saadetin Aydınlık İnsanları olan Sahabeler ile atbaşı her gün bir zirveye yükselmeye çalışmakta, bir şahikaya gayret etmekte olacaktır.