Dr. Yüksel Çayıroğlu, M. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin istiğna konusundaki tespitlerini ele alırken diyor ki: “Fethullah Gülen, Hizmet gönüllülerine her zaman sade yaşamalarını tavsiye etmiş onları lüks ve şatafattan uzak tutmaya gayret etmiş ve onlardan kesben olmasa da kalben dünyayı terk etmelerini istemiştir. Çünkü hayatı onurlu, izzetli ve iffetli yaşayabilmenin önemli bir şartı, hiç kimseye el açmama ve hiç kimseye karşı minnet altında kalmamalıdır. Zira insan, asla parayla alınıp satılacak bir varlık değildir. Onun tek bir fiyatı vardır; o da Cennettir. Cemalullahtır, Allah rızasıdır. Bu hassasiyeti koruyamayan ve dünyaya tamah eden insanlar bir gün dinlerinde taviz vermek zorunda kalabilir ve başkaları nazarında güvenilirliklerini kaybedebilirler. Bu açıdan hırsla dünyayı talep etmeme, hayatını hep gönül tokluğu içinde geçirme, eldekine kanaat etme gibi vasıflar Hizmet gönüllülerinin sahip olması gereken önemli özelliklerdendir.”
Hocaefendi, şu ifadeleriyle Hizmet insanlarını müstağni olmaya davet etmiştir: “Peygamberlik mesleğinin hakiki mirasçıları son nefeslerini verinceye dek hep İstiğna ruhu ile hareket etmeli ve asla Allah’tan başka hiç kimse karşısında bel kırmamalı, boyun bükmemeli, minnet altına girmemelidir. Çünkü Hizmet insanı, minnet altına girerse altına girdiği minnetin diyetini çok ağır bir şekilde ödemek zorunda kalabilir. Bu sebeple iman ve Kur’an hizmetinde bulunanlar, bir ömür boyu iktisat ve kanaat düsturlarına sımsıkı sarılmalı, icabında aç kalmalı, gerekirse günde bir öğünle iktifa etmeli, fakat katiyyen başkalarına diyet ödeyecek bir duruma düşmemelidir.”
“Hocaefendiye göre istiğnanın en zoru ise, takdir ve tebcillere karşı kapalı yaşayabilmektir. Böyle bir istiğna, mal ve mülke karşı müstağni kalmaktan daha zordur. Bu açıdan Hizmet insanları, yapmış oldukları hizmetleri bu tür maddî menfaatlere bağlamadıkları gibi; daha baştan alkış ve takdirlere karşı da kararlı bir duruş sergilemelidirler.”
Cumhuriyetin başında laikliği maalesef dinsizlik gibi algılayanlar dini ve din hizmetlilerini, sömürü aleti, hacıyı hocayı da sömürücüler olarak gördüler. Karikatürler ona göre çiziliyordu, bilhassa Hüseyin Gürpınar gibi hikaye ve roman yazanlar hep bu menhus temayı işliyorlardı. Bu husus komünist ülkelerde de böyleydi. Bunu değerli yazar Cengiz Aytmatof’da da gördüm. Babasını hunharca komünist anlayış öldürürken, o bunun farkında iken hacıya, hocaya karşı gizli bir nefret duyuyordu. Üç gün üst üste ikişer saat görüşmemiz oldu. Hep bu noktaya takılıp kalıyordu. Onun için Üstad Bediüzzaman Hazretleri bu hususu fiilen tekzip etmek için hediye kabul etmiyordu. Israr edenlere iki kat karşılığını vererek hediyelerini alıyordu. Risale-i Nur’da bunun misalleri vardır. Bilhassa Mektubat’ının İkinci Mektubunda İhlasta birinciliği hep koruduğunu söylediği talebesi Albay Hulusî Ağabeye verdiği cevapta bu hususun sun’î, göstermelik bir zühd ve istiğnadan ibaret olmadığını bilakis dört-beş ciddi sebebi olduğunu söylüyor.
Birincisi: Ehl-i dalâlet, ehl-i ilmi, çercilikle (milletin malını, parasını din adına istemekle) itham ediyorlar. ‘İlmi ve dini kendilerine geçim vesilesi yapıyorlar’ deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Bunları fiilen tekzip lâzımdır.
İkincisi: Hakkı neşretmek için peygamberlere tâbi olmakla mükellefiz. Kur’an-ı Hakîm’de, hakkı neşredenler “Benim mükâfaatım ancak Allah’a aittir” (Yunus Suresi, 72; Hûd Suresi, 29; Sebe Suresi, 47) diyerek, insanlardan İstiğna göstermişler. Yâsin Suresi’de ‘Doğru yolda olan ve sizden bir ücret de istemeyen kimselere uyun.’ (Yâsin Suresi, 21. Âyetin) cümlesi, meselemiz hakkında çok mânidardır.
Üçüncüsü: Birinci Söz’de beyan edildiği gibi, Allah nâmına vermek, Allah nâmına almak lâzımdır Halbuki, ekseriya ya veren gâfildir; kendi nâmına verir, zımnî bir minnet eder Ya gâfildir, nimetlerin hakiki sahibi Cenab-ı Hakk’a ait şükrü, zâhirî sebeplere verir, hata eder.
Dördüncüsü: İstiğna sebebinin en mühimi, mezhebimizce en muteber olan İbn-i Hacer diyor ki: ‘Sâlih bir insandır niyetiyle sana verilen bir şey, sen sâlih olmazsan kabul etsen haramdır…’
“İşte bu zamanın insanları, hırs ve tamah yüzünden küçük bir hediyesini pek pahalı satıyor. Benim gibi günahkâr bir bîçareyi, sâlih veya veli tasavvur ederek, sonra bir ekmek veriyorlar. Eğer hâşâ, ben kendimi sâlih bilsem, o bir gurur alâmetidir, salih olmadığıma delildir. Eğer kendimi salih bilmezsem, o malı kabul etmek câiz değildir. Hem âhirete yönelik amellere mukabil sadaka ve hediyeyi almak, âhiretin bâkî meyvelerini dünyada fâni bir surette yemek demektir.”
Yalnız bu hususta, bazılarının itirazlarına da cevap vermek gerekir. Yani bir zamanlar sırf Hocaefendiye karşı oldukları için: “Üstadımızın böyle istiğna düsturu varken siz milleti himmete çağırıyorsunuz sonra bu himmet paralarını talebelere burs olarak veriyorsunuz. Bu yaptığınız istiğna düsturuna terstir.” diyorlardı. Onlara, Mektubat’taki bu düstur Üstad’a ait olduğu gibi, Münazarat Risalesi de Üstadımıza aittir. Orada Medresetü’z-Zehra’dan yani bir üniversiteden ve orada okuyacak talebelerden bahsediyor. Onlara yapılacak masrafların da zekatlardan, öşürlerden, vakıflardan, teberruat-ı İslamiyelerden temin edileceğini söylüyor. Evet, âyetlere küllî nazarla ve mahrûtî olarak bakmak gerekir. Yoksa aralarını tevfik etmeden parça parça verilen hükümler isabetli olamaz… Sırf birilerini kötülemek için siyak ve sibaktan koparıp mâna vermek doğru değildir. Aynı şekilde Risale-i Nurları da böyle küllî bir nazarla bakıp ona göre değerlendirmek gerekir.