Şöyle bir menkıbe anlatılıyor. Aslında bunlar temsillerle bir gerçeği anlatma gibidir. Aslına bakılmaz da ifade ettiği faslına bakılır. “Kıssa, hisse almak içindir”, denildiği gibi.
Bir zaman Musa Aleyhisselam, “Yâ Rabbi bu kadar haksızlık ve adaletsizlik oluyor; bana hikmetini soruyorlar, bilemiyorum.” diyor. Cenab-ı Hak, Hz. Musa Aleyhisselama, “Falan yerde bir su kaynağı var… Onun arkasında bir çalılık var. Sen oraya git ve çalılığın arkasından olanları bir seyret.” buyuruyor. Hz. Musa Aleyhisselam oraya gidip seyre koyulur:
Önce bir atlı gelir… Yemek yer, suyunu içer, çeker gider. Ama bir kese altınını oraya düşürür.
Biraz sonra bir delikanlı gelir. Orada yer, içer ve bir kese altını görür, onu alır götürür.
Sonra bir âmâ gelir, oturur. Yemek yiyip su içerken tam bu arada ilk atlı kaybettiği bir kese altını fark ederek geri döner ve oradaki kör adamdan altınını ister. O da almadım diyerek karşılık verince, döve döve öldürürler âmâyı… Sonra bu atlı çeker gider.
Cenab-ı Hak, Hz. Musa’ya buyurur ki: “Bak hikmetlere… Birinci atlı, işçisinin hakkını vermeyen bir çiftlik sahibi… İkincisi yani delikanlı olan, çiftlikte çalışıp bir türlü hakkını alamayan işçinin oğlu… Üçüncü kişi olan kör adam ise, aslında adam öldüren bir eşkıya… Önce yakalanmış sadece gözlerine mil çekilip âmâ haline getirilmiş birisi… Aslında öldürdüklerinin cezasını tam çekmemiş… Böylece öldürdüklerinin, işkence yaptıklarının cezasını çekmiş oluyor!”
Şimdi dışarıdan bakan insan, olayları kopuk kopuk gördüğü için ince hikmet ve sırları bir anda kavrayamıyor onun için bilir bilmez hükümler yürütüp yanlış kanaatlara varabiliyor. Halbuki marifetullah derinliği olan, Allah’ın ilmi, hikmeti ve adâleti hakkında hakkalyakin şekilde bir kanaatı ve ittihadı olan kimse, asla su-i zanna kapılmaz ve İlahî icraat hakkında yanlış düşünmez… Hatta kendi başına bir haksızlık gelse, önce “Acaba hangi hata ve günahımdan dolayı bu benim başıma geldi” diye, kendi kusurlarını araştırmaya başlar. İnsan da hata ve kusurdan geri olmadığı için, bir sebep bulur. Böylece “Cenab-ı Hak günahlarımın cezasını âhirete bırakmadan burada temizliyor” diye düşünür. Böylece, sağa sola suç atfetmekten kadere itiraz edip günahlara girmekten kurtulur. Hem de omuzunda ve başında hissettiği dağ gibi yüklerden, sıkıntılardan halas olup, ferahlar… Bizzat bu çeşit muhasebelerin ve durum muhakemelerinin nasıl rahatlattığını, bunalan ruhumuzu gam ve hüzünlerden kurtardığına şahit olmuşuzdur…
Ama mesele sadece bundan ibaret değildir. Bazan masumların başlarına da belâ ve musibet gelir. Bu sabır testi ve makamın yükselmesi içindir. Bazan da imtihan sırrı bozulmaması içindir. Ama âhiret sevabı hiçbir ölçü ve tartıya gelemez…
Biz dersi Üstad Hazretlerinden öğreniyoruz. “Bir hâdisede hem insan eli, hem KADER müdâhalesi olduğundan, insan, zâhirî sebebe bakıp, bazen haksız hükmedip zulmeder. Kader o musibetin gizli sebebine baktığı için adalet eder.”
Mesela Üstad Hazretleri diyor ki: ‘Eskişehir Hapisanesinde, dehşetli bir zamanda (idam isteğiyle yargılanırken ) ve kudsî bir teselliye pek çok muhtaç olduğumuz hengâmda, mânevî bir ihtarla ‘Risale-i Nur’un makbuliyetine dair eski evliyalardan şahit getiriyorsun. Halbuki ‘Yaş-kuru (olmuş-olacak) hiçbir şey yoktur ki, Kitab-ı Mübin (açık-net bir kitapta) bulunmasın’ (6/59) âyetinin sırrıyla en ziyade bu meselede söz sahibi Kur’an’dır. Acaba, Risale-i Nur’u Kur’an kabul eder mi? Ona ne nazarla bakıyor?’ denildi. O acib sual karşısında bulundum. Ben de Kur’an’dan istimdat eyledim.”
Neticede “Birinci Şua” isimli Risaleyi yazıyor. Asla “ yetlerin sarih mânası budur.” Bilakis “İşarî mânânın külliyetinden, müteaddit tabakalarından, remzî, imaî ve işarî bir cüz’ü de budur” diyerek kanaatını yazıyor. Destek vermesi gereken bir zat ise, tam aksine ağır bir tenkitte bulunuyor. Onun mensupları da bunu büyüterek yaygın bir gıybete çeviriyorlar. Bunun üzerine Üstad Hazretleri “Kaderin Adaleti” açısından şöyle bir değerlendirmede bulunarak yükselen tansiyonu düşürüyor:
Kader-i İlahînin, adâlet veçhi şudur ki; Risale-i Nur’un hakikatiyle ve talebelerinin şahs-ı manevisiyle tezahür eden fevkalade ÎMANÎ HİZMETLERİN ehemmiyetli bir kısmını bîçare TERCÜMANINA vermek, ehl-i dünya ve ehl-i siyasetin ve avam halkın nazarında BİRİNCİ DERECE ama HAKİKAT NAZARINDA, iman hizmetine nisbeten ancak ONUNCU DERECEDE bulunan İslamî siyaset ve ümmetin ictimaî hayatına dair hizmeti, kâinatta en büyük mesele, vazife ve hizmet olan İman Hakikatlerine çalışmadan daha üstün gördüklerinden, o tercümana karşı arkadaşlarının pek ziyade hüsn-i zanları ehl-i siyasete inkılapçı bir İslam siyaseti fikrini vermek cihetinde, Risale-i Nur’a karşı istimaî hayat noktasında cephe almak ve fütuhatına mâni olmak pek kuvvetli ihtimali var. Bunda hem hata hem zarar büyüktür.
“Kader-i İlahî, bu yanlışı tashih etmek ve o ihtimali gidermek ve öyle ümit besleyenlerin ümitlerini tadil edip düzeltmek için, en ziyade öyle cihetlerde yardım ve iltihaka koşacak olan ulemadan seyyidlerden, şeyhlerden, ahbaptan ve hemşehriden birisini muârız çıkardı, o ifradı tâdil edip adâlet etti. ‘Size kainatın en büyük meselesi olan iman hizmeti yeter.’ diye, bizi merhametkârâne o hâdiseye mahkûm eyledi. Sonra Elhamdülillah, o muârızı susturdu, o ateşi söndürdü. Fakat münafıklar, söndürmemek için çalışıyorlar.”
İşte Üstad Hazretlerinden bir misal… Biz de kaderin ince sırlarını, hikmetlerini ve neticede merhamete vesile adâletini düşünüp, canımızı sıkan olaylara bu mercekten bakmaya çalışacak, önümüze bakıp hizmete devam edeceğiz inşaallah