Biz İmam-Hatip Okulunda öğrenci iken imkân bulduğumuz zamanlarda merhum Ahmed Feyzi Kul Ağabeyin Risale-i Nur sohbetlerine giderdik… Bazan çok derinlere dalar, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin bedi ifadelerine, engin ilmine hayranlığı heyecanına vesile olur ve hemen “Kimmiş bu adam? Hangi üniversiten mezun olmuş? On üçüncü asrın minaresinin başına niçin çıkmış? Orada ne işi varmış?” gibi sorular sorarak bizim dikkatlerimizi çekerdi. Bunlar onun hayret ve hayranlığının bir nevi ifade tarzları idi…
Daha birkaç sene önce, Avrupa’da yetişmiş, doktorasını yine Avrupa’da yapmış bir arkadaşımız, inançsız yaşlı ama derinlerden olduğundan şüphe etmediği bir profesörüne, hastanede tedavi görmekte iken, belki imanına vesile olur diye Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin bir eserini vermiş. Ziyaretine ikinci defa gittiğinde, eline aldığı Risale-i Nur’u göstererek “Kimdir bu adam? Cidden müthiş!..” mealinde sözler söylemiş…
İmam-Hatip orta kısımda iken üst sınıflardan bir ağabeyin bana ilk defa bir kitap hediye etmişti… Merakla okumaya başladım. Ama bir türlü anlayamıyordum. Elime lügatı aldım. “Rubûbiyet, şuunat, reşhalar, lâsiyyemâlar” gibi kelimeleri bir yandan anlamaya gayret ediyordum ama ufkumun çok üstündeydiler. Eski Said döneminde yazılmış bir mübarek eserin daha hemen başında pes etmiştim. Allah râzı olsun o ağabeyim daha sonra Yeni Said döneminde yazılmış İhlas Risalesini getirip verince, artık istifade etmeye başladım…
Şimdi ilk eserlerinden Mesnevi-i Nuriye’yi tekrar okuyorum. Katre Risalesinin ifadelerine takıldım kaldım…
“Tevhid Denizinden bir Katre (Damla)…
“Malumdur ki, insan ‘Hasbe’l-kader’ çok yollara süluk eder. Ve o yolda çok musibet ve düşmanlara rastgelir. Bazan kurtulsa da bazan da boğulur. Ben de kader-i İlahisinin sevkiyle pek acib bir yola girmiştim. Ve pek çok belâlara ve düşmanlara tesadüf ettim. Fakat, âcizliğimi, fakirliğimi ve muhtaçlığımı vesile yaparak Rabbime iltica ettim. Ezelî inayet, beni Kur’an’a teslim edip, Kur’an-ı bana muallim yaptı. İşte Kur’an’dan aldığım dersler sayesinde o belâlardan halas olduğum gibi, nefis ve şeytan ile yaptığım muharebelerden de muzaffer olarak kurtuldum. Bütün ehl-i dalâletin vekili olan nefis ve şeytanla ilk müsâdeme (çatışıp vuruşma), ‘Sübhanallah, Elhamdülillah, Lâ ilahe illallah, Allahü Ekber ve Lâ havle velâ kuvvete illâ billah” kelimelerinde vuku buldu. Bu kelimelerin kalelerine sığınarak o düşmanlarla münakaşalara giriştim. Her bir kelimede otuz defa meydan muharebesi vukua geldi. Bu Risalede yazılan herbir kelime, her bir kayıt, kazandığım bir muzafferiyete işarettir.
“Bu Risalede yazılan hakikatler, zıtlarına vehmî bir imkân kalmayacak derecede yazılmıştır. Uzun bir hakikate delili ile beraber bir kayıt veya bir sıfatla işaret yapılıyor.”
Girişte “İfade-i Meram” da bunlar yazıldığı gibi, sonundaki özür dileme mânasındaki “İtizar” da da şöyle deniliyor:
“Arkadaş! Bu Risale, Kur’an’ın bazı âyetlerini şuhûdî bir tarzda (müşahede ile, görerek) beyan eden bir nevi tefsirdir. İhtiva ettiği meseleler, Kur’an-ı Hakim’in Cennetlerinden koparılmış bir takım GÜL ve ÇİÇEKLERİDİR. Fakat, ibaresindeki müşkil ifade ve veciz üsluptan ürküp, mütalaasından vazgeçme… Mütâlaasına tekrar ile devam edilirse, ülfet ve ünsiyet elde edilir. Aynı şekilde nefsin inat ve kaypaklığından da korkma. Çünkü benim nefs-i emmârem bu Risalenin satvetine dayanamayarak boyun eğmeye mecbur kaldığı gibi şeytanın da “Eyne’l-mefer.’ (Kaçacak yer nere?) diye bağırdı. Sizin nefis ve şeytanınız benim nefis ve şeytanımdan daha âsî, daha tâği (azgın) ve daha şakî, değiller.
“Aynı şekilde, Birinci Bab’ta tevhidin beyanı için zikredilen delillerde meydana gelen tekrarları, faydasız zannetme… Hususî makamlarda, ihtiyaca binâen zikredilmişlerdir. Evet harp hattında, siperde oturup müdafaa eden bir nefer, etrafında bulunan boş siperlere gitmeyip, bulunduğu siper içinde diğer bir pencereyi açması elbette bir ihtiyaca binâendir.
“Kezâlik bu Risalelerin ifade tarzlarındaki müşkillik ve muğlaklığı, benim keyf için tercih ettiğimi zannetme. Çünkü, bu Risale, dehşetli bir zamanda, nefsinin hücumuna karşı yapılan ânî ve irticâlî bir münakaşadır. Kelimeleri, o müthiş mücadele esnasında zihnimin eline geçen DİKENLİ KELİMELERDİR. O, ateşle nurun karıştıkları bir hengâmda, başım dönmeye başlıyordu. Kâh yerde, kâh gökte, kâh minarenin dibinde, kâh minarenin şerefesinde kendimi görüyordum. Çünkü, takip ettiğim yol, AKIL ile KALB arasında yeni açılan berzâhî bir yoldur. AKILDAN KALBE, KALBDEN AKILA inip çıkmaktan bezmiş, bîzar olmuştum. Bunun için, bir NUR bulduğum zaman, hemen üstüne bir kelime bırakıyordum. Fakat o NURLARIN üstüne bıraktığım kelime taşları, delâlet için değildi. Ancak, kaybolmamak için birer nişan ve birer alâmet olarak bırakırdım. Sonra baktım ki, o zulmetler içinde bana yardım eden NURLAR, Kur’an güneşinden ilham edilen kandillerdi.”
“Allah’ım KUR’AN’I bizim akıllarımız, kalblerimiz ve ruhlarımız için bir NUR ve nefislerimiz için bir MÜRŞİD kıl. Âmin. Âmin. Âmin.”
Şu ifadelerin üzerinde biraz daha düşünüp bir Mesnevi-i Nuriye’yi tekrar bir daha mütâlaa müzakere edelim.