Prof. Andrew Achenbaum’un 2008 senesinde sunduğu bir tebliğden sizlere sadece bir bölümü takdim etmek istiyorum.
Kırk yaşında bir akademisyen, onu neredeyse öldürecek bir sağlık problemiyle karşılaştı. Hastalıktan iyileşirken bu akademisyen, hayatının bütün sermayesini yüklendi. Dante’nin ormanına giren bu yaşlılık bilimcisi, hayatta kalmasını, Allah’tan bir hediye olarak ve “o özel ipuçlarını takip etme” konusunda bir çağrı olarak gördü. İleride ne olacağını bilmeden bekledi, dua etti ve dinledi. Mutlu bir tesadüf olarak bir inançlar arası konferansta “maneviyat ve yaşlanma” konusunda konuşma yapmaya davet edildi. Konferans, birbirine yakın olan insanları bir araya getirmişti -katılanların çoğunluğu, varlıklarının manevi boyutu üzerinde yoğunlaşan orta yaşlı Amerikalılardı-. Akademisyen, kendi iç yaşamları konusunda ortak yakınlıkları paylaşan bu değerli insanlar arasında kendini evinde hissetti. Maneviyat hakkında daha fazla şey öğrenmeye istekli bir şekilde kendi yoluna girmeyi arzuladı. Yaşadığı tecrübe bu kişinin yaşamını değiştirdi: Biliyorum, çünkü o benim.
Hıristiyanlık ilahiyatına başlayan biri olarak en başta Anglikanizmin manevi devlerine yöneldim. Stresli ve sıkıntılı zamanlarında Eliot ile Auden’i okuyan biri olarak George Herbert’in (1593-1633) canlı benzetmelerini ve manevi özlemlerini özellikle dokunaklı bulmam sürpriz değildi. Şiir, benim hayalimi harekete geçirmektedir, duygularımı canlandırmaktadır ve beni “Tarif Edilemezi” özlemeye yöneltmektedir. Ufkum genişledi: Katolik ve Ortodoks maneviyatçılığından yola çıkarak Doğunun klasik tefekkürüne daldım. Bir gün bir arkadaş bana Coleman Barks’ın The Essential Rumi (Temel Mevlana) çevirisini verdi. Coşkulu bir misafir ve bir dünya bilgesi olarak Mevlana, İlahi olanı dile getirmekten ve dünya üzerinde dostluk içinde mücadele etmekten bahsediyordu. Onun sözleri hayat yolculuğunda eziyet çekme ve özlem duymayı dile getiriyordu. Mevlana’nın Hıristiyanlık ile ilgili sözleri beni çarptı: İsa’nın hayatı ve peygamberliği birkaç şiirin konusunu oluşturmaktadır; cemaati içindeki Müslümanları olduğu kadar Yahudileri ve Zerdüştleri de kucaklamaktadır.
Mevlana tefekkürlerimin ayrılmaz bir parçası haline geldiğinde Houston Üniversitesine geçmiş, sağlıkla ilgili bir dizi problemden daha hayatta kalarak kurtulmuş ve Üniversitenin Lisansüstü Sosyal Hizmet Kolejinde ( GCSW) ders vermeye başlamıştım. Öğrencilerden “maneviyat ve yaşlanma” konusundaki derste Mevlana’yı okumalarını istedim. Biz, onun evrensel sevgi mesajını içtik ve bir sufi şairin öğrencilerin sosyal hizmet uygulamalarında nasıl yardımcı olabileceğini tartıştık. Mevlana’yı istekli sosyal hizmet görevlilerine her sunuşum, herkeste (büyük oranda şüpheyle birlikte) inanç sıçramaları gerektirdi. Öğrencilerden, Barks’ın derlemesinden bir dize, bir kıta ya da bir kıta seçmelerini ve seçtiklerinden ne işittiklerini, ne öğrendiklerini bize söylemelerini istedim. Dersin ortalarına doğru bahisleri daha da yükseltecektim: kendi hayat geçmişimle ilgili bir pasaj seçtim. Birbirimize güvenmeye zorlanmak, hepimizi daha dürüst olmaya sevk etti. Bir 13. yüzyıl sufisinin sözleri, temel görevi başkalarına hizmet etmek olan, profesyonel olma yolundaki kişilerin kalbini delip geçti.
Bir kere daha mutlu tesadüf hikayeye dâhil oluyor: bir öğle yemeğinde yakın bir meslektaşım, Türkiye’ye gerçekleştirecekleri ziyarette ona ve onunla birlikte olan bir düzine akademisyene katılmamı istedi. Yolculuğun, Mevlana’nın düşüncelerini öğrettiği, Mevleviliğin tohumlarını attığı ve öldüğü Konya’yı da içerdiğini söylediğinde daveti hemen kabul ettim. Şüphesiz yolculuğun en güçlü hatırası, Mevlana’nın kabrini ziyaret etmemdi. Sırayla Mevlana’nın gölgesinde tefekkür etme ayrıcalığına sahip olmaya şükrederek ve saygılarını sunmak için durmuş olan başkalarını (Müslümanları, Japonları, Hintlileri, İspanyol kökenlileri, İngiliz kökenli Amerikalıları) gözlemleyerek bir saat ayakta durdum. Bir bakıma aynı şeyi daha önce hiç tecrübe etmemiştim. Manevi ve başka açılardan dünya vatandaşı haline gelmiştim. Artık geri dönüş yoktu.
Houston’a geri döndüğümde Gülen Hareketinin yerel kuruluşu İnançlar Arası Diyalog Enstitüsünün ( IID) üyeleriyle tanıştım. Gülen ile Mevlana arasındaki bağı araştırırken bazıları tarafından “günümüzün Mevlana’sı” olarak görülen Gülen’in, Mevlana’yı bir derviş olarak değerlendirdiğini öğrendim. Mevlana’nın, Amerika’da en fazla kitabı satılan şair olduğunu fark ettim. Aslandoğan, bize “[ Mevlana’nın çalışmalarının] C. Barks tarafından yapılan derlemesinin dikkatleri İslam’ın manevi geleneğine çektiğini” bildirmektedir. “Sufiliğe yönelik ilgi, 11 Eylül trajedisinden sonra Müslümanlar ve Müslüman olmayanların, bu inancın kapsayıcı ve barış ve sevgi odaklı özünü işaret etmeye yönelmeleri çerçevesinde artmıştır.”35 Mevlana’nın yazılarının değişik yüzyıllarda ve kıtalar arasında inançlar arası diyalog bakımından bir platform sağladığını fark ettim. Eğer böyleyse bu durumda Mevlana’nın bıraktığı miras, kültürleri akademik bir düzlemde bir araya getirme bakımından ortak bir zemin sunmaktadır.
İnançlar Arası Diyalog Enstitüsünün fakülte danışma kurulunun bir üyesi olarak IID yönetiminin üyelerini dekanımla tanıştırma kararı aldım. Her iki taraf, ortaklığın karşılıklı fayda getireceğini gördü. GCSW’nin perspektifinden bakıldığında, 11 Eylül’den sonra Amerikan öğrencilerinin ve öğretim üyelerinin Müslüman dünya hakkında ana medya organları tarafından verilenden daha fazla anlayışa ihtiyaç duydukları konusunda giderek artan bir bilinçlilik bulunmaktadır. Houston Üniversitesine, mezun olmak ve profesyonel eğitim almak için Türkiye’den ve diğer İslam topluluklarından birçok öğrenci gelmektedir. İnançlar Arası Diyalog Enstitüsünün GCSW ile imzaladığı Yakın İlişki ve İşbirliği Anlaşması, IID’nin önceliklerine tanıklık etmektedir.