Hocaefendi Kur’an yazısına devam ediyor: “Herbiri birer kalb ve ruh kahramanı olan SAHABÎ topluluğu o Kur’an’ın feyyaz ve bereketli ikliminde neşet etmiş AŞKIN BİR CEMAATTİR. Onlar, arzın büyük bir bölümünde ve insanlığın beşte biri üzerinde denli derin bir tesir icrâ etmişlerdir ki, dağları söküp atma, cansız cesetlere hayat olma ve arzı semaya bağlama ölçüsündeki bu harika işte, onlarla boy ölçüşecek bir başka toplum göstermek mümkün değildir. Kur’an’a gönül veren, O’nun sevamî disiplinleriyle yoğrulup şekillenen; daha doğrusu, ruhta, mânâda Kur’anlaşan bu insanlar, o furkanla olmazları oldurmuş; ölü ruhlara ebedî var olmanın yollarını açmış; arzın şeklini değiştirmiş; temas ettikleri toplumlara ötelerin zevkini duyurmuş; düşünceler üzerindeki zincirleri kırmış; ağızlarındaki fermuarları çözmüş; hilkatteki müstesna yeri açısından insanoğlunu yeniden Allah’ın oturttuğu tahta oturtmuş; ona yitirdiği itibarını iâde etmiş; kainat, eşya ve insanı yeni baştan yorumlamış; tekvini emirlerle teşriî kurallar arasındaki o derin ve sırlı münasebeti bir kere daha vurgulamış; kalb, irade, his ve şuurun nihaî gayelerini belirleyip ortaya koyarak, insan ruhundaki izâfî, nisbî ve potansiyel değerlerin inkişaf ettirilme usul ve esaslarını harekete geçirip düz insanı, insan-ı kâmil olmaya yönlendirilmiş ve böylece ona, gözünün iliştiği, duygularının ulaştığı, kalbinin hissettiği her şeyde Kudret ve İradesi Sonsuz’un mevcudiyetini duyurmuş ve her şeyi götürüp, gerçek sahibine bağlamıştır.
“Bir mümin, bu ölçüde gözü-gönlü açık, duyguları ve ruhu uyanık, düşünce ve zihni de Allah’a bağlı ise, o kimse, cismaniyete ait bütün basitliklerden uzaklaşmış; hayatı daha bir başka şekilde duymaya başlamış ve duygular dünyasının sınır ötesine uyanmış sayılır ki, böyle bir hakikat eri, her nesnede varlığı her parçasında Allah’ın ilminin dallandığını, Kudret elinin işlediğini hisseder ve bir ürperti duygusu, bir yakınlık şuuru ile ümit ve haşyeti iç içe yaşar; dünyeviliği içinde öbür âlemin en son noktalarında dolaşır. Nefes alırken ümit ve beklentilerle alır, verirken de mehafet ve mehabetle verir. Hep Kur’an’ın haritanladığı çerçeve içinde ve çizgiler arasında gezinir, gezinir ve hayatını sürekli maiyyet televvünlü yaşar.”
Kur’an’ın yetiştirdiği ve O’nun canlı tefsirleri olan sahabeler gerçekten Kur’an’ın birer mucizesidirler çünkü onlar, bedevi bir kavim ve ümmî (okumasız-yazmasız) bir muhitte, ictimaî hayat ve siyasî fikirlerden hâli, kitapsız ve fetret asrının karanlıklarında bulundukları halde, pek az bir zamanda en medenî be en mâlumatlı ve ictimaî ve siyasî hayatta en ileri olan milletlere ve hükümetlere ÜSTAD, REHBER, DİPLOMAT ve DİL H KİMLER olarak doğudan-batıya kadar cihanın beğenme ve takdirini kazanarak idare etmişlerdir.
Kur’an’ın ilhamları, Kur’an’ın istihraçları, Kur’an’ın feyizleri, Kur’an’ın sırları ve hikmetleri olan Risale-i Nurlar, insanın mâhiyeti hakkında şu tebsitleri yapıyor: “İNSAN, şu kainatg ağacının en son ve en cemiyetli (on sekiz bin âlemin numunelerini içinde toplayan) bir meyvesi… Hakikat-ı Muhammediye (S.A.S.) cihetiyle kainatın aslî çekirdeği… Kainat Kur’an’ın YET-İ KÜBRASI… İsm-i zamı taşıyan YET-İ KÜRSÎSİ… Kainat sarayının en şerefli misafiri Kainat sarayındaki diğer varlıklar üzerinde tasarruf ve icraat yapmaya izin verilmiş en faal memuru… Kainat şehrinin yeryüzü mahallesinin bahçesinde ve tarlasında gelirlerine ve giderlerine, ekme ve dikme işlerine bakmaya memur… Yüzlerce fenlerle, binlerce sanatlarla donatılmış en gürültülü ve mesuliyetli nâzır’a Kainat ülkesinin arz memleketinde Ezel ve Ebed Padişahının gayet dikkat altında bir müfettişi, bir nevi Halife-i Arzı… Cüzî ve küllî bütün hareketleri kaydedilen bir mutasarrıfı… Sema, arz ve dağların kaldırmasından çekindikleri EMANET-İ KÜBR YI omuzuna alanı… Önüne iki acip yol açılan, bir yolda canlı varlıkların en bedbahtı ve diğerinde en bahtiyarı… Çok geniş bir ubudiyetle mükellef küllî bir kul… Kainat Sultanının İsm-i zamına mazhar ve bütün Güzel İsimlerine en câmi (hepsini içinde toplayan) bir aynası… Cenab-ı Hakkın İlahî hitaplarına ve konuşmalarına en anlayışlı has bir muhatabı… Kainatın canlı varlıkları içinde en ziyade ihtiyaçlısı ve hadsiz fakirliği, muhtaçlığı ve âcizliğiyle beraber hadsiz maksadları ve arzuları ve nihayetsiz düşmanları ve onu inciten zararlı şeyleri bulunan bir biçare canlı varlığı. İstidatça en zengini… Hayat lezzeti cihetinde en çok elem çekeni… Lezzetleri bile dehşetli elemlerle bulanmış varlık… Bekâya (sonsuz yaşamaya) en ziyade iştiyaklı, muhtaç ve en çok lâyık ve müstehak ve devamı ve ebedî saadeti hadsiz dualarla isteyen ve yalvaran… Ve bütün dünya lezzetleri ona verilse, onun bekâya karşı arzusunu tatmin etmeyen ve ona ihsanlar eden Zâtı perestiş derecesinde seven ve sevdiren ve sevilen çok harika İlahî bir Kudret Mucizesi ve bir yaradılış harikası… Kainatı içine alan ve ebede gitmek için yaratıldığına bütün insanî cihazları şehadet eden varlık.” (Meyve Risalesi)
Hocaefendi yukarıdaki ifadelerinde Kur’an’ın “Kalb, irade, his ve şuurun” nihaî hedeflerini belirlediğini söylüyor. Üstad Bediüzzaman Hazretleri de bu hususa şöyle bir izah getiriyor: “Vicdanın dört unsuru ve ruhun dört havassı (duyguları) olan İR DE, ZİHİN, HİS ve L TİFE-İ RABB NİYE’nin her birinin en yüksek bir gayesi vardır. İR DE’nin İbâdetullahtır (Allah’a ibadettir.) ZİHNİN Mârifetullahtır (Allah’ı isimleri, sıfatları ve şuunatı ile bilme, irfan sahibi olmaktır.) Hissin Muhabbetullahtır. L TİFE’nin müşâhedetullahtır. En kâmil İB DET bu dördünü içinde barındırır. Şeriat şunların itidâl ve muvâzenelerini (dengelerini) muhafaza edip en yüksek gayelere sevkettiği gibi, nefsin fıtraten serbest bırakılmış olan üç gücünü (aklî, şehevî, gazabî) İFRAT (cerbeze, fücur, tehevvür) ve TEFRİT’ten (gabâvet, humud, cebanet) kurtarıp VASAT (hikmet, iffet, şecaatı) mertebesini içine alan ADALET ve SIRAT-I MÜSTAKÎM noktasına sev eder.” (Asâr-ı Bediiyye, Şuâât-ı Mârifetün NEBİYY)