Hutbe-i Şâmiye’de Üstad Hazretleri “sıdk” üzerinde duruyor. Kurtuluşumuzun en önemli
şartının doğruluk olduğunu söylüyor. Ama bazı zatların bir fayda bir maslahat
için yalan söylenebilir şeklindeki fetvalarına karşılık artık o fetvanın
geçersiz olduğunu da şöyle anlatıyor:
“Ey bu Câmi-i Emevîdeki kardeşlerim! Ve kırk –elli sene sonra Âlem-i İslamın büyük mescidindeki dört yüz milyon ehl-i iman olan ihvanlarımız! Kurtuluş yalnız sıdk ve doğrulukla olur. Urvetü’l-vüska sıdktır. Yani en muhkem ve kendisiyle bağlanılacak kopmaz zincir doğruluktur.
O fetva o kadar kötüye kullanılmış ki
“Ama bir fayda bir maslahat için yalan söylemek ise, artık onun zaman hükmünü neshedip kaldırmıştır. Maslahat ve zaruret için bazı âlimler, muvakkaten câiz olur fetvası vermişler. Bu zamanda o fetvâ verilemez. Çünkü, o kadar kötüye kullanılmış ki, yüz tane zararı içinde bir menfaat ve maslahatı olabilir. Onun için hüküm maslahata bina edilmez.
“Mesela: Seferîlikte, namazı kasretmenin (dört rekatle farzları iki rekat kılmanın) sebebi MEŞAKKAT’tir. Fakat, illet (ana sebep ) olamaz… Çünkü, maslahat denilen şeyin muayyen bir haddi, sınırı yoktur. Suistimale, kötüye kullanmaya düşebilir. Bilakis illet, yalnız SEFERİLİK olabilir. Aynen öyle de, maslahat dahi yalan söylemeye illet olamaz. Çünkü muayyen bir haddi yok, suistimale müsait bir BATAKLIKTIR. Fetvânın hükmü ona bina edilmez. Öyle ise yol ikidir, üç değildir. Ya doğru, ya yalan, ya sükut değildir.
“İşte şimdi insanların ortadaki dehşetli yalancılığıyla ve tezviratıyla umumî emniyet ve güvenin ve yeryüzünün âsâyişlerinin yerle bir olması yalanla ve maslahatın kötüye kullanılması ile olmasından, elbette ve üçüncü yolu kapatmaya insanlığı mecbur ediyor ve kat’î emir veriyor. Yoksa, bu yarım asırda gördükleri umumî harpler ve dehşetli inkılablar, düşüşler ve tahribatlar, başlarına bir kıyameti koparacak.
“Evet, her söylediğin doğru olmalı fakat her doğruyu söylemek doğru değildir. Bazan zarar verse sükût etmek lazımdır. Yalana hiç fetva yok. Her söylediğin hak olmalı, fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yok. Çünkü hâlis olmazsa kötü tesir eder, hak, haksızlıkta sarf eder.”
Efendimiz’in (S.A.S.) verdiği haberler birbir çıkıyor
Evet, gaddar siyaset ve zâlim propagandanın gayet ince stratejileri insanlığın pek çok gerçeği görmesine engel olmuş âlemi yanılgıdan yanılgıya atmış ve dünyayı aldatarak, insanlığın beşiği olan arzı günah, zulüm ve yangın yerine çevirmiştir. Osmanlı son dönemlerindeki siyasi çekişmeler daha sonra oluşan siyasi durumlar ve dünya siyaset aktörlerinin ‘el-hannâs’ ve ‘el-vesvasi’ misyonuna uygun fitne ve fesatları, hâlen devam eden ve İslam dünyasına uygulanan gaddar siyaset ve zâlim propaganda oyunları, kardeşi kardeşe kırdırmaktır. Efendimizin (S.A.S.) Dicle ve Fırat ile ilgili verdiği haberler ve mânidar ikazların hepsi bir bir çıkmaktadır. İnşaallah bu zulüm haksızlık ve adâletsizlikleri ortadan kaldıracaklarla ilgili ihbarlar da tahakkuk eder ve yer gök hayırlı hazinelerini açar.
Bütün güzellik tohumlarının yeşerdiği zemin: Sıdk toprağı
Sahabelerle ilgili Risalede, sahabelere diğer insanların niçin yetişemeyecekleri izah edilirken Peygamber Efendimizin (S.A.S.) sohbetindeki insibağ ve inikasın, onları nasıl aynı renklere boyayıp aynı akis ve tecellilere mazhar kıldığı anlatıldığı gibi, Asr-ı Saadetteki o muhteşem ınkılabın, sahabîlerdeki hadsiz kabiliyet çekirdeklerini pek çok, hissiyat ve lâtifeleri nasıl uyanıp teyakkuza geçirdiği de izah ediliyor. Böylece o kudsî atmosfer ve şartların sahabîleri güzellik bahçesi gibi açan harika duygu ve lâtifelerle yepyeni ve çok üstün bir fıtrat kazandırdığı ifade ediliyor. Ama çatlayıp boy salan bütün güzellik tohumlarının yeşerdiği tek bir zemin var ki o da; sıdk yani doğruluk toprağıdır. Bütün güzel ahlâk, huy ve seciyeler sadece bu sıdk toprağında yetişip gelişebilir. Evet, Habibullah (S.A.S.) o zaman taptaze nâzil olan Kur’an âyetlerini okurken, kelimeler bütün hakikatleri ile kendilerini gösteriyordu. Cennet kelimesi fem-i mübârekinden çıkınca bağıyla bostanıyla ve her çeşit nimetleriyle kendini hissettirdiği gibi Cehennem kelimesi de ateşiyle ve dehşetiyle kendisini ihsas ediyordu. Hatta gıybetin bile maddeten bu ihsastan payı vardı. Çünkü Kur’an, gıybetin ölü eti yemek olduğunu, daha da önemlisi kardeşinin etini yemek olduğunu anlatıyor. Ama bu bir bilgi… Maddeten hissedilmesine gelince Asr-ı saadette bunun örnekleri çok. Meselâ, arkadaşlarının gıybetini yapanlara Efendimiz (S.A.S.), ağızlarında göğermiş etleri yemiş leşleri bizzat maddeten de göstermiştir. Veya sahabeleriyle oturup sohbet ederken birden bulundukları atmosferi birden bire leş kokusu sarmıştır. Efendimiz (S.A.S.) bu çirkin kokunun sebebinin bir topluluğun, başka bir topluluğu gıybet etmesi sebebiyle olduğunu açık-seçik hissettirmiştir.
Sahabelerin şiddetli takvası nerede, sizin sönük imanınız nerede?
Bazıları diyebilir ki: “Sahabeler, Resul-i Ekremi (S.A.S.) gördüler de öyle iman ettiler. Biz ise, görmeden iman ettik. Öyle ise, imanımız daha kuvvetlidir. Hem imanımızın kuvvetli olduğuna işaret ve delâlet eden rivayetler vardır. Böyle bir suale Üstad Hazretleri şöyle cevap veriyor: “Sahabeler, o zamanda dünyadaki yaygın ve genel kanaat İslâmî hakikatlere muârız o muhalif iken sahabeler –yalnız insanî suretinde Resul-i Ekremi (S.A.S.) görüp, bazen mucizesiz olarak öyle bir iman getirmişler ki, dünyadaki bütün yaygın ve genel kanaat, onların imanlarını sarsmıyordu. Şüphe duymak değil, bazılarına vesvese bile vermezdi. Sizler iseniz, kendi imanınızı, sahabelerin imanlarıyla mukayese ediyorsunuz. Bütün İslâmî umumî kanaat, imanımıza kuvvet ve senet olduğu halde, Resul-i Ekrem’in (S.A.S.), Peygamberliğinin Tubâ ağacının çekirdeği olan beşerî cihetini ve cismanî suretini değil, belki umum İslâmî nurlar ve ve Kur’anî hakikatler ile nurânî, muhteşem mânevî şahsiyetini bin mucize ile kuşatılmış olarak akıl gözüyle gördüğünüz halde, bir Avrupa filozofunun sözüyle vesveseye ve şüpheye düşen imanımız nerede? Bütün inkâr âleminin, Nasranî ve Yahudilerin ve filozoflarının hücumlarına karşı sarsılmayan sahabelerin imanları nerede?.. Hem sahabelerin iman kuvvetini gösteren ve imanlarının sızıntısı olan şiddetli takvaları ve kemâl derecedeki salâhatları nerede! Ey bu çeşit iddialarda bulunanlar! Sizin son derece zayıf hatta farzların edasını bile tamamen göstermeyen sönük imanı nerede? Ama hadiste rivayet edilen ‘Âhirzamanda beni görmeyen ve iman getiren, daha ziyade makbuldür’ meâlindeki rivayet, hususî fazilete dairdir. Özellikle bazı şahıslar hakkındadır. Bahsimiz ise külli fazilet ve ekseriyet itibarıyladır.”