Şûrâ konusunda hatırlamamız gereken hususlarda M. Fethullah Gülen Hocaefendi şöyle demektedir:
1-Şûrâ, hem idare eden, hem de idare edilenler için bir haktır ve bu hakkı kullanma mevzuunda da, taraflardan birinin diğerine karşı üstünlük hakkı yoktur. Allah (c.c.): “Onların işleri kendi aralarında meşveret iledir.” (42/38) buyurarak her iki tarafında da müsavi olan konumlarına işaret buyurur.
2-(Bu husus bir hak olduğu gibi, bir sorumluluktur da…) İdareci bu sorumluluğu yerine getirmediğinde mesul olacağı gibi, idare edilenler de, fikirlerinin alınmak istendiği konularda görüşlerini bildirmediklerinde mes’ul olurlar.
3-Şûrâ’nın, Allah rızası için ve Müslümanlar yararına yapılması; rüşvet, baskı ve tehditlerle istişârî heyetin düşünce çizgisinin saptırılmasına meydan verilmemesi de önemli bir esastır.
4-Meşverette her zaman icmâ olmayabilir; herkesin görüşünün tek bir noktada toplanmadığı durumlarda ekseriyetin düşünce ve kanaatine göre amel edilir. Zira ekseriyet icmâ hükmündedir.
5-İster icmâ kararıyla, ister çoğunluğun görüşüne göre olsun, şûrâ, usulüne göre cereyan etmişse, artık orada üzerinde anlaşılan görüşe MUHALEFET etmek câiz değildir ve alternatif düşünceler ileri sürülemez. ‘Ben farklı ve isabetli bir görüşte bulunmuştum’ veya “Ben muhalefet şerhi koymuştum’ gibi sözlerle alınan karar aleyhinde rey ızhar etmek düpedüz BOZGUNCULUK ve GÜNAH’tır. Allah Rasulü, kendi ictihadlarına rağmen böyle bir çoğunluğun görüşlerine uyarak Uhud’a çıkmış, sonra da evvel ve âhir, hatalı da olsa, ekseriyetin içtihatlarıyla alâkalı hiçbir beyanda bulunmamıştır. Kaldı ki, Kur’an-ı Kerim, Uhud’a hazırlanırken irtikap edilen o mukarrabînin zellesinin sorgulanabileceği işaretini de vermişti.
6-Şûrâ, mevcut problemleri çözmekle meşgul olur; muhtemel hadiselerle alâkalı tahmini kararlar üzerinde fazla durmaz. Zaten, İslâmî hayat, nassların ışığı altında sürüp gitmektedir.
7-Şûrâyı teşkil eden heyet ihtiyaç hâsıl olunca biraraya gelir… ve problemleri çözüp, plân ve projeleri nihâî duruma getirecekleri ana kadar da çalışmasını sürdürür. Onun periyodik olarak icrâ edileceğine dâir herhangi bir nass olmadığı gibi, maaşlı ve ücretli adamlarla yürütüldüğüne dair de herhangi bir işaret mevcut değildir. Teşri (yasama) döneminden sonraki tatbikat ise bizi bağlamaz. Zaten, şûrânın maaşlı memurlarla yürütülmesi beraberinde bir kısım problemi de getirir…”
Hocaefendi, kimlerle meşveret edileceği hususu üzerinde şunları söylüyor:
“Bütün bir ülke insanını bir araya getirip hepsiyle birden istişâre etmek mümkün olmadığına göre, onun sınırlı bir kadro ile gerçekleştirilmesi zarureti doğar. Ayrıca, istişâreye arzedilen konular, büyük ölçüde ilim, mümârese, ihtisas ve tecrübe istediğinden, şûrânın da bu hususlarla temâyüz etmiş (seçkin) şahıslardan teşkil edilmesi îcap eder ki, bu da ancak, ulemanın ‘ehlü’l-hall ve’l-akd’ dedikleri her meseleyi çözebilecek bir başyüceler heyeti olabilir. Bilhassa hayatın bütün bütün giriftleştiği, dünyanın globalleştiği ve her problemin bir dünya problemi haline geldiği günümüzde, İslâmî mânâ, İslâmî ruh ve İslâmî ilimlerin yanında, Müslümanlar için çok defa maslahat sayılan diğer ilim, fen ve teknikle alâkalı konuları bilen kimselerin de bu başyüceler içinde bulunması şarttır. Bu ikinci şıktaki hususlar, dine uygunluğu, dînî otoritelerce kontrol edilmesi kaydıyla, her zaman değişik sahalardaki ihtisas erbabıyla yapılabilir. Aslında şûrâ, ehlü’l-hall ve’l-akd’e bırakıldığı gibi, onun değişik zaman ve değişik keyfiyetlere göre icrâ şekli de yine onlara havale edilmiştir. Dönüp tarihe baktığımız zaman, değişik devirler ve ayrı ayrı ahvâl itibariyle onun tatbikatındaki farklılıkları görmek mümkündür. Evet, tarih boyunca o, yer yer dar dairede, zaman zaman da genişletişmiş olarak; bazen sırf siviller arasında, bazen de askeriye ve ilmiyeye de kapılarını açarak bir hayli farklıklara sahne olmuştur. Ama, bu onun değiştirilmeye maruz bir kural olmasından değil, her devirde uygulanabilirliğindeki esnekliğinden ve evrenselliğindendir.
“Değişik şart ve değişik devirlere göre şûrânın icrâ şekli ve heyet mozayiği değişse de, onu teşkil eden başyücelerin, ilim, adâlet, görüş ve tecrübe sahibi, hikmet ve firaset erbabı olmaları vasfı değişmez. Adalet; farzları yerine getirip haramlardan sakınmak ve insanî değerlere ters işler yapmamak demektir. İlim; dinî, idarî, siyasî ve fennî uzmanlık demektir. Her ferdin değişik ilim dallarında ihtisas erbabı olması gerekmese de, heyet ve şahs-ı manevinin, yukarıda zikredilen mevzulara açık olması yeter. Bazen görgü ve tecrübenin esas olduğu hususlarda, ilmiyeden olmasa bile, tecrübe sahiplerinin görüş ve düşünceleri de alınabilir. Hikmet; ilim, hilim, mânâ-yı nübüvvet anlamlarına geldiği gibi, eşyanın perde arkasına ıttıla’ (haberdar olma), halka kapalı olan şeyleri firâset nuruyla görüp sezme; ferdî ve ictimâî problemleri çözebilme istidat, kabiliyet ve fetâneti mânâlarına da hamledilmiştir ki, her zaman erbabı az, değeri yüksek bir vasıf olarak görülmüş ve kabul edilmiştir.”
Şûrâ ve meşveretle ilgili bu tesbitlerin hayata geçirilmesi dileklerimle…