Üstad Hazretleri, hep yepyeni bir anlayışa sahip bir gençlik ve çağıyla hesaplaşacak ve yüzleşecek yeni bir nesil arzu etmiştir. Fersüde ve partallaşmış anlayışlardan da rahatsız olmuştur. Bu rahatsızlığı ve yepyeni bir gençliğe karşı arzusunu 1910’da yazdığı Münazarat Risalesinde şöyle dile getirmiştir. “Şu muâsırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denile mâzi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgraf ile sizinle konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim kışta geldim; sizler cennet âsâ bir bahardasınız. Şimdi ekilen tohumlar, zemininizde çiçek açacaktır. Benim hizmetimin ücretini, sizden şunu beklerim ki: Mâzi kıtasına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarıma uğrayınız. O çiçeklerden birkaç tanesini mezar taşı denilen, kemiklerimi misafir eden toprağın kapıcısının başına takınız. Kapıcısına tenbih edeceğiz, bizi çağırınız ‘BUYURUN!’ sadâsını işiteceksiniz! Oradaki serâbı veya gök kuşağını gören kişiden de olsa bu sesi duyacaksınız! Şu zamanın memesinden bizimle süt emen, gözleri arkadan mâziye bakan tasavvurları, kendileri gibi hakikatsiz ve ayrılmış çocuklar, şu kitabın hakikatını hayal tevehhüm etsinler. Zira benim kesin kanaatım var ki, şu kitabın meseleleri hakikat olarak sizden tahakkuk edecektir. Ey muhataplarım! Ben çok bağırıyorum. Zira on üçüncü asrın minaresinin başında durup sureten medenî, fikren mâzinin en derin derelerinde olanları câmiye davet ediyorum. İşte ey iki ayaklı mezar-ı müteharrik (yürüyen mezarlara benzeyen) bedbahtlar! Sel gibi gelen neslin kapısında durmayınız, mezar sizi bekliyor, çekiliniz! Tâ ki, hakikat-ı İslâmiyeyi hakkıyla kainat üzerinde dalgalandıracak nesl-i cedîd (yeni nesil, yeni insanlar) gelebilirsin!..”
Muhakemat Risalesinde de Yeni Neslin yaşayacağı İstikbalin şartları ile Mâzinin durumun da Üstad Hazretleri şöyle mukayese ediyor: “İşte bu bölümün (Sekizinci Mukaddimenin) mevzuu, geçmişin nesilleri ile, geleceği nesillerini mukayese ve muvâzene etmektir. Hem de yüksek mekteplerde alfabeden başlanmaz. Okunan ilmin mâhiyeti bir olsa da ders verme şekli başkadır. (Elbette ilk okulda okunan coğrafya ile, üniversitede ders verilen coğrafya bilgileri aynı değildir.) Evet mâzi denilen HİSSİYAT Mektebi ile, istikbal denilen FİKİRLER Üniversitesi bir tarzda değildir. (…) Malumdur ki, insanda, çoğu kere onu yönlendiren ya AKIL’dır veya basardır yani gözdür. Diğer tabirle ya FİKİRLERİ’dir veya HİSLER’dir. Yahut ya HAK’tır veya KUVVET’tir. Veyahut HİKMET veya HÜKÜMET’tir. Yahut da, ya KALBÎ MEYİLLER’dir veya AKLÎ TEMÂYÜLLER’dir. Veyahut NEFSÎ-NEFSÂNÎ HEVÂ ve HEVESLER veya HÜDÂ ve HİDÂYET düsturlardır.
“Geçmiş ve gelecek arasındaki işte bu farklılık sebebiyle mâzi nesillerinin bir derece sâfî olan ahlakları ve hâlis olan hissiyatları, hâkimiyeti elde ederek aydınlanmamış olan fikir ve düşüncelerine yön verip istihdam ettikleri için sen-ben kavgaları, tefrika ve ihtilaller meydan aldı.
Fakat gelecek nesillerin bir derece aydınlanmış olan fikirleri, hevâ ve şehvet karanlığına düşmüş hislerine galip gelerek, emirlerinin altına aldıklarından, gelecekte umumî hukukun (herkesin hak ve hukukuna güvence altına alacak adâlet ve hakkaniyetin) hükümran olacağı muhakkak gözükmektedir. İnsanlığın da bir derece tecelli edeceği kesinleşmiştir. Bu husus müjde vermektedir ki, İnsaniyet-i Kübrâ (Büyük ve gerçek İnsanlık) olan İslâmiyet, geleceğin semâsında ve Asya’nın bahçeleri üzerinde bulutsuz güneş gibi pırıl pırıl ışıklarını saçacaktır.
“Daha önce mâzi derelerinde hükmü geçen garaz husumet ve başkalarından üstün görünme meylini doğuran şeyler; hisler, meyiller ve kuvvet idi. İşte bu sebeplerden dolayı, o zamanın insanlarını irşad etmek için, iknâ edici konuşmalar yetiyordu. Zira onların duygularını okşayıp meyillerini tesir altına alacağı için iddia edilen davayı süsleyip şaşaalandırmak veyahut korkunç göstermek, yahut edebiyat ve belâğatın gücünü dayanıp hayale karşı sevimli hale getirmek, delil getirmenin yerini tutardı. Fakat bizi, onlara kıyas etmek, bir ricat, bir geriye dönme hareketiyle bizi, o geçmiş zamanın köşelerine sokmak demektir. Her bir zamanın bir hükmü vardır. BİZ DELİL isteriz, savunulan davayı hiç DELİL getirmeden, öyle süsleyip püslemeler bizim zihnimizi doyurmaz, böyle şeylere kanarak aldanacak değiliz.
“Hâl sahrasında, istikbal dağlarına daima yağmur veren hikmetin hakikatlarının yani ilmî ve fennî gerçeklerin (buhar gücünün, vapurları, trenleri itip, yürüttüğü gibi) itici güçleri: AKIL, HAK, HİKMET’tir. Bu sebeple iddia edilen dava ve tezi isbat etmek, artık sadece yeni doğmaya başlayan GERÇEĞİ ARAMA meyli ile, hak ve hakikat aşkıyla, umûmî menfaati, şahsî menfaatlar üzerine tercih etmekle ve gerçek insanlığa yönelişi netice veren kat’î delillerle olabilir; bunların dışında başka bir şeyle olmaz. Biz hal ehliyiz yani geçmişin değil, hazır zamanın insanlarıyız, hem de istikbale namzediz. Dava ve tezin güzel tasvir edilmesi, süslenip püslenmesi, zihnimizi ikna etmek için yetmiyor. Böyle şeyler ekarnımız tok. Biz DELİL isteriz. (…)
“Hem de İslâmiyeti daima tecelli ettiren ve fikirlerinin –gelişmesi nisbetinde hakikatları inkişaf ettiren de İslamiyetin hakikat üzerine kurulmuş olması, burhan ve DELİL kılınçlarını kuşanması, AKIL ile MEŞVERET etmesi, hakikat tahtı üstünde bulunması ve ezelden ebede zincirleme uzanan hikmetin düsturlarına mutabık ve uygun bulunmasıdır.”
Evet NESL-İ CEDİD dediğimiz YENİ İNSAN’ın işte bu hakikatlara göre yetişmesi, donanımın bunlara göre olması gerekiyor… Gerçek değişmez ve hakikat usandırmaz. Bunlar her zaman önümüz çıkıp duracaktır…