Üstad Bediüzzaman Hazretleri 1911’de Şam’da meşhur hutbesini okurken, aynı sene iki tane de kitap yazıp bastırdı. Birisi Ulema Reçetesi dediği Muhakemat, diğeri de Avam Reçetesi dediği Münazarat… İşte bu iki kitapta da hep ümit üflüyor gelecekten müjdeler veriyor. Münazarat Risalesinde ümitsizlikten canlı cenaze haline gelmişlere şöyle sesleniyor:
“Ey insafsızlar! Umum âlemi yutacak, birleştirecek besleyecek, ziyalandıracak bir istidadda olan İslamiyet'in hakikatini, nasıl dar buldunuz ki, fukaraya mutaassıp bir kısım hocalara tahsis edip, İslamiyet'in yarı ehlini dışarıya atmak istiyorsunuz. Hem de umum kemâlâtı (her türlü güzelliği) içinde toplayan, bütün insanları âli, yüksek his ve duygularını besleyecek maddeleri kapsamına alan o NURÂNÎ İSLÂM SARAYINI, ne cüretle matem tutmuş siyah bir çadır gibi bir kısım fukaraya, bedevilere ve mürtecilere has olduğunu zannedip hayalinizle öyle canlandırıyorsunuz? Evet herkes aynasının gösterdiklerine tâbidir. Demek sizin siyah ve yalancı aynanız size öyle göstermiştir.”
Amerika’ya 1992’de gittiğimizde tanıştığımız Muhyiddin Mekkevî isminde bir dostumuz vardı. Bunların dedesi Mekke’den Lübnan’a gittikleri için Mekkevî yani Mekkeli lâkabını almışlar. Lübnan’dan da Amerika’ya gelen Muhyiddin Bey emlakçı idi.
Papaz “Yanlış yolda değilsin” dedi
1994’te Hizmetin ilk defa okulu açılınca yedi evladından üç tanesini bizim okula kaydettirmişti. Eşi Müslüman olmuş İtalyan asıllı bir muhasebeci idi. Bizim okulun da muhasebesini tuttu. Kendisi anlatmıştı: “Ben Amerika’ya gelince evlenip çoluk çocuğa karıştım. Ama hep endişeliydim. Dedem çok dindardı. Babam dedem kadar olmasa da benden daha dindardı. Peki benim çocuklarım bu eritici, başkalaştırıcı, asimile edici Amerikan toplumu potası içinde ne olacaktı? Hep endişem bu idi. Bir gün bir İtalyan berbere gittim. Tıraş olurken bir Kur’an sesi duydum. ‘Hayrola bunu nereden buldun?’ dedim. “Üniversitede okuyan Türk gençleri var onlar verdiler. Bana İslamiyet'le ilgili çok güzel şeyler anlattılar. Ailem benden endişe duydukları için beni nasihat etmesi için mahallemizin kilisesindeki papaza gönderdiler. O da beni dinledi, bendeki müspet gelişmeyi görünce, ‘Yanlış yolda değilsin!..’ dedi.” diye konuştu. Bu bana bir ümit verdi. Birkaç gün sonra emlak dükkanıma iki tane Türk öğrenci geldi. Ev tutmak istiyorlardı. Yaşlı bir kadının yeni boşalmış bir evi vardı. Telefonla arayıp sordum. ‘Muhyiddin, ben öğrenciler ile uğraşamam. Kirayı zamanında vermezler, elektrik-su parasını bile ödemeden evi tahrip edip giderler. Sen bunlara kefil olur musun? Sana güvenirim’ dedi. Ben de ömrümde hiç kimseye kefil olmadığım halde içimden geldi ve hiç düşünmeden ‘Kefil olurum!’ dedim. Neyse altı ay geçti bir gün bu yaşlı kadın telefonla aradı, ağlamaklı konuşuyor; ‘Ben şimdi ne yapacağım?’ diyordu. İçinden eyvah dedim. Ama o konuşmaya devam edip “Bunlar çok iyi kimselerdi. Evi tertemiz tutar. Kar yağınca benim evimin önünü bile temizler, benim Pazar işlerimi görür, bana hep yardımcı olurlardı. Şimdi onlar gidince ne yapacağım. Acaba onlar gibi kiracı bulabilir miyiz?!..’ diyordu. Sonra sizin okulun açıldığını öğrendim ve çocuklarımı hemen kaydettirdim.” dedi. Ümitleri katmerlenmişti.
Başlarınızı kaldırıp ‘Doğru söylüyorsun!..’ diye beni tasdik ediniz
Üstad Hazretleri, geleceğe dair ümit vermeye şöyle devam ediyor: ‘Ey, üç yüz seneden sonraki (1699’dan 300 sene sonra 1999’da) yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve susarak Nur’un sözünü dinleyen ve gizli, gaybi bir nazarla bizi temaşa eden, Saidler, Hamzalar, Ömerler, Osmanlar, Tahirler, Yusuflar, Ahmedler vesaireler! Sizlere hitap ediyorum; Başlarınızı kaldırıp ‘Doğru söylüyorsun!..’ diye beni tasdik ediniz. Böyle demek size borç olsun. Şu muasırlarım (çağdaşlarım) varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mâzi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum. Ne yapayım; acele ettim, KIŞTA GELDİM, sizler Cennete benzer bir BAHARDA GELECEKSİNİZ. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır. (…)
“Ey muhataplarım, ben çok bağırıyorum. Zira (Hicri) On Üçüncü Asrın minaresinin başında durmuşum, sureten medenî ve dinde lâkayt ve fikren mâzinin en derin derelerinde olanları camiye davet ediyorum.”
Aynı şekilde 1980-1990’lardaki konuşmaları 1995’te Prizma-1’de derlenen M. Fethullah Gülen Hocaefendi de 2000 senesinin ilk çeyreğinden sonra gelecek bir ihtişamdan haber veriyor…
Biz ölsek, milletimiz olan İslamiyet yaşayacak
Üstad Hazretleri şöyle bir hususa dikkat çekiyor: “Teessüfle ifade edeyim ki, güzel şeylerimiz gayr-i Müslimlerin eline geçtiği gibi güzel ahlaklarımızı da yine almışlar. Güya bir kısım ictimâî yüce ahlâkiyemiz yanımızda revaç bulmadığından, bize darılıp onlara gitmiş ve onların bir kısım rezillikleri onların içinde çok revaç bulmadığından bizim cehaletimizin pazarına getirilmiş. Hem büyük hayret ve taaccüple görmüyor musun ki, bu günkü ilerleme ve gelişmenin ana üssü olan ‘Ben ölürsem, devletim, milletim ve ahbablarım sağ olsunlar’ gibi parlak, güzel kelimeler ve değerli hasletleri onlar almışlar… Halbuki bütün sefâletin ve çıkarcılığın esası olan ‘Ben öldükten sonra dünya ne olursa olsun. İsterse tufan olsun’ veya ‘Ben susuzluktan ölürsem artık dünyaya tek damla yağmur yağmasın!’ gibi ahmak sözler, şahsı seciyeden bizlere rehberlik ediyor. Biz ruhumuzla, canımızla, bütün kuvvetimizle demeliyiz ki: ‘Biz ölsek, milletimiz olan İslamiyet yaşayacak, ebediyetlere kadar bâki kalacak. Milletimize sağ olsun. Âhiret sevabı bana yeter. Ölüm bizim için Nevruz Bayramıdır.”