Asr-ı Saadette meydana gelen en cüz’î olaylara bile “siyer felsefesi” ile ele almamız gerektiği gibi, Kur’an’da anlatılan kıssalara da “Bu bize bugün ne anlatıyor, bugün bundan çıkarmamız gereken ibret ve ders nedir?” diye değerlendirmemiz gerekiyor. Yoksa olmuş geçmiş bir şey gibi bakar; hikmetler dolu ve her zaman taptaze gerçeklerden hiç istifade edemeyiz…
Şimdi icmâli bir şekilde, Yusuf Suresinde geçen Hz. Yusuf Aleyhisselamın kıssasına bir bakalım:
Yusuf Aleyhisselam çocukken rüyasında gördüklerini: “Babacığım ben on bir yıldızın (gezegenin) güneşin ve ayın, bana secde ettiklerini (önümde hürmetle eğildiklerini) gördüm” diyerek anlatıyor. Rüya yorumlarını çok iyi bilen bir peygamber olarak Hz. Yakup Aleyhisselam, oğlunun kendisinden büyük bir peygamber olacağını anlıyor ve “Rüyanı kardeşlerine anlatma” diyerek ikazda bulunuyor. Vahiy mesajlarının indiği bir evde doğmalarına ve peygamber çocuğu olmalarına rağmen babalarının kardeşleri Yusuf’a karşı olan şefkatine hased ediyor hatta onu öldürmek istiyorlar. İçlerinden birisini akıllıca yönlendirmesiyle böyle bir cinayetten onları Allah koruyor. Onu bir kuyuya atıyorlar. Oradan geçen bir kervan kuyudan çıkardıktan sonra yanlarına alıp bir ticaret metâ-ı gibi Mısır’da köle pazarında satıyorlar. Onu satın alan Mısır Azizi kendisini sarayına götürüyor. İşte kıssa tam buraya gelince Kur’an-ı Kerim’de “İşte bu şekilde BİZ, Yusuf’u oraya yerleştirdik. Allah, her zaman emrini yerine getirmeye kâdirdir.” buyuruluyor. Yani “Onu oraya yerleştiren Biz’iz… Tesâdüfen olaylar öyle gerçekleşmiş değil!” denilmiş oluyor. Allah’ın izin ve iradesi olmadan bir yaprak bile kımıldayıp yere düşmez. Olayların dilini iyi anlayıp ona göre yorumlamak gerekir. Tarih asla bir kör dövüşü değildir. Onlardan ibret almak gerekir…
Ayrıca Hz. Yusuf Aleyhisselamın iffetli ve ihlaslı yaşayışına rağmen bir iftiraya uğrayıp hapse düşmesi de bir kör tesadüf değildir. Bir büyük toplumun idarecilik mesuliyetini üzerine alacak olan kimsenin toplumu bütün katmanları ile yakinen tanıması gerekiyor. Yani köle pazarından ve kölelikten, saray hayatından, hapisaneden ve oradakilerin durumlarına varıncaya kadar herşeyden haberdar olması icap ediyor.
Neticede kaderin derin hikmetine dikkat ettiğimiz zaman, o günün en ileri medeniyetine sahip Mısır’a bir peygamber diliyle Tevhid hakikatının anlatılması için en uygun kaderî bir yol olarak bunu görüyoruz. Yoksa Hz. Yusuf Aleyhisselam Hz. İbrahim’in bir torunu olarak yani Kerimoğlu, Kerimoğlu, Kerimoğlu bir kerim Peygamber olarak Mısır’a gitseydi, o saraya nasıl girecek ve en üst konumlara nasıl yükselecekti?..
Hizmetin serüvenine baktığımız zaman gidişatın çoğunun istek ve iradelerin aksine rağmen gerçekleştiğini görüyoruz. “Küçük Dünyam”daki hatıralara bakarsak meselâ, M. Fethullah Gülen Hocaefendinin Edirne / Kırklarelinden sonra İzmir’e gelme isteği yok. “Ben İzmirlilere söz verdim, kendi yerime seni göndereceğim” diye Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Yaşar Tunagür Hocamızın zorlaması var. Hocaefendi İzmir’den de hiç ayrılmak istemiyordu. Merhum Hacı Kemal Ağabey ısrar ediyor ve “Hizmet, eğer Hocaefendi İstanbul’a gidip yerleşirse, on kat gelişir” diyordu. Esnafların ve bizim de “İzmir’den ayrılmasın” şeklindeki arzularımıza rağmen 12 Eylül 1980 darbesindeki Ege Sıkıyönetim Komutanlığının zorlamasıyla İzmir’den ayrılmak mecburiyetinde kaldığını biliyoruz. İstanbul dönemindeki Hizmetin büyük inkişafının, bilhassa Gazeteciler ve Yazarlar Vakfının faaliyetleriyle geniş faaliyetleriyle medyada ve entellektüeller arasındaki itibarının artmasıyla, Türkiye içi ve Türkiye dışı diyalogların tavan yapmasıyla, bazılarının düşmanlık hisleri ve faaliyetleri de tavan yaptı. Hatta, İnsan Hakları Derneği Başkanı Akın Birdal’ı vuran tetikçinin itirafıyla Hocaefendinin hayatının ciddi tehlikede olduğunu fark ettik. Sağlık problemlerinin ciddiyeti de göz önünde bulundurularak tedavi için Amerika düşünüldü. Bunu kendisi de başta kabul etti ama Sabah Gazetesinin “Kaçıyor!” diye manşetten haber yapmasıyla “Gitmiyorum!” dedi. Asla Amerika’ya gitmek istemedi. Bizim söylemimizle olmayacağını anlayınca Yaşar Hocaefendi gibi hatırlarını kıramayacağı zatlar devreye girdi ama fikrini değiştiremedik. En son Bülnet Ecevit’in büyük ısrarları ve “Sizin hayatınız ve sağlığınız mühim” nevinden sözleriyle, Hocaefendi yola çıktı. (Bu telefon konuşmasının şahitlerinden biri olarak şahit olduklarımı anlatıyorum.)
Hizmetin dünyaya tanıtılması açısından Amerika’da bulunmanın önemini 15 Temmuz’dan sonra çok daha iyi anladık. On – onbeş gün içinde başta Amerika olarak, dünyanın en meşhur medya organlarının temsilcileri ayağına geldi ve bütün dünyaya mesaj verildi. CNN’de Ferid Zekeriya ile yapılan röportaj ise işin zirvesi oldu, elhamdülillah…
Ama bu süreçte çok büyük acılar yaşandı ve hâlâ yaşanmakta… Her gün gözleri yaşartan, gönülleri inciten zulüm ve gadirler devam ediyor. Acı ve elemlerin haddi ve hesabı yok. Yeni hapisanelerin yapıldığının haberleri geliyor. Kur’an-ı Kerim’i açıp baktığımızda gerek peygamber kıssalarında ve gerek mümin ümmetlerin başlarına gelenlerle bunların bire bir örtüştüğünü görüyoruz. Yolun Kaderi bu…
Cenab-ı Hak tarafından ayağımıza bir diken bile batsa, sabrımıza göre, on günahımız silinir, on sevabımız yazılır. Yangın, sel ve zelzele gibi musibetlerde bile giden mallar sadaka hükmüne geçen vefatlar şehit sevabı kazandırır. Şehit ise, kırk senede kazanılan bir velilik mertebesi elde eder… Hapisanelerdeki ibadet ve dualar ise insanlarımızı manen yükselttiği gibi kendilerini tertemiz hâle getirir. Geri kalan Hizmet erlerinin en başındaki zâtın, bu acıları vicdanında derinliğince nasıl yaşadığının da yakın şâhitlerindeniz. Herkes, ne yapabiliriz, bu acıları ve mağduriyetleri nasıl paylaşabiliriz diye büyük gayret gösteriyor. Bütün bunların Cemaati güzel bir sâfiyet ve duruluğa sevkettiği bir gerçek…
Bize düşen önümüze bakarak üzerimize düşenleri yerine getirmek. Ümitleri kamçılayıcı güzel gelişmelere de bakarak yolumuza devam etmek. İnşaallah güzel günler önümüzde…