Muhterem M. Fethullah Gülen Hocaefendi “Kâbe” yazısına şöyle devam ediyor:
“Ka’be; dost mahremiyetine açık bir haremlik, çevresi ise ağyara (dost olmayanlara, düşmanlara) da açık bir selamlık, Safâ-Merve hakikat semâsını temâşâ için hazırlanmış birer kameriye, Makam-ı İbrahim ötekilere yükselten nurlu bir merdiven, Zemzem kuyusu da bu aşk meclisinde bir sâki gibidir. Bunların bütünü aşk yolcusunu birden selamlayınca, insan âdeta uhrevileşir, rûhuna açılan pencerelerle ‘melekût âlemini’ temâşâya başlar ve bütün bütün insan muhayyilesi, öyle geniş ufuklara yelken açar ki, bir adım daha atsa, kendine ötelerin hülyalı mâvilikleri içine girecekmiş gibi sanır…“
Üstad Hazretleri On Altıncı Söz’ün Dördüncü Şua’ında Haccın insana bir velayet kazandırıp mümin evliya secviyesine çıkarabileceğine işaret ediyor: “İşte ey tembel nefsim! Bir nevî MİRAC hükmünde olan NAMAZ’ın hakikati; geçen temsilde bir neferin tamamen bir lütuf olarak Paşidahın huzur-i şâhânesine kabulü gibi; tamamen bir rahmet iltifatı olarak Cenab-ı Hakkın huzuruna kabulündür. ALLAHÜ EKBER! deyip mânen ve hayâlen veya niyeten iki cihandan geçip maddiyat bağlarından sıyrılıp kulluğun bir küllî mertebesine (velilerin yükseldiği gibi) veya küllînin bir gölgesine veya bir suretine çıkıp bir nevi huzura müşerref olup ‘İyyâke na’büdü’ (Ancak Sana ibadet ederiz) hitabına (herkesin kabiliyeti nisbetinde) büyük bir mazhariyettir.
Âdeta namazın hareketlerinde tekrarla ALLAHÜ EKBER! ALLAHÜ EKBER! demekle mertebeler kat etmesine, manevî terakkilere ve cüz’iyattan küllî dairelere çıkmasına bir işarettir ve marifetimiz hâricindeki Kemâlât-ı Kibriyanın mücmel (güzel bir özet şeklinde) bir ünvanıdır. Güya herbir ALLAHÜ EKBER! Mirac merdivenin bir basamağını geçmeye bir işarettir. İşte namazın hakikatından mânen veya niyeten veya tasavvuren veya hayalen bir gölgesine, bir şuaına mazhariyet dahi büyük bir saadettir. İşte HAC’da pek kesretli ALLAHÜ EKBER! Denilmesi şu sırdandır. Çünkü HACC-I ŞERİF asıl olarak herkes için (Velilerde olduğu gibi) küllî bir mertebede bir ubudiyettir. Nasıl ki, bir nefer, bayram günlerinde olduğu gibi özel bir günde paşaların dairesinde bir Paşa gibi Padişahın Bayramına gider ve lütfuna mazhar olur. Öyle de; bir HACI, ne kadar avam halk tabakasından da olsa, mânevî mertebeler kat edip yükselmiş bir veli gibi bütün arzın her tarafının Rabb-i Azîmi ünvanıyla Rabbine yönelmiştir. Elbette HAC anahtarıyla açılan Rubûbiyetin Küllî Mertebelerinin ve HAC dürbünü ile nazarına görünen ULÛHİYETİN AZAMET ufuklarının ve HACCIN (sembolleri olan ihram, hep ağızdan Lebbeyk Allahümme Lebbeyk diye getirilen telbiyeleri gibi) şeâiri ile kalbine ve hayaline gittikçe genişlenen kulluk dairelerinin, kibriyâ mertebelerinin ve tecelli ufkunun verdiği hararet, hayret, dehşet ve Rububiyetin heybeti, ALLAHÜ EKBER! ALLAHÜ EKBER! demekle teskin edilebilir ve böylece demekle o meratib-i münkeşife-i meşhûde ve mutasavvire (gözle görür derecede müşahede veya keşifle ortaya çıkıp anlaşılan veya tasavvur etmek suretiyle fark edilen mertebeler) ilân edilebilir. HAC’dan sonra şu ulvî ve küllî mânâlar, muhtelif derecelerde Bayram namazında, Yağmur namasında (ay ve güneş tutulmalarında kılınan) hüsuf ve küsuf namazlarında, cemaatle kılınan namazlarda bulunur. İşte şeâir-i İslâmiyetin (İslamiyetin şiarı, sembolleri olan, Ezan, Ramazan orucu gibi şeyler), sünnet kabilinden bile olsa, ehemmiyeti şu sırdandır.”
Hocaefendi devam ediyor: “Ka’be yeryüzü binalarındandır ve gerekli materyal da kendi çevresindeki tedârik edilerek inşa edilmiştir ama sanki Ka’be, amânın (heyula fihristesi de denilen amâ maddesi varlığın esir maddesi ötesi safhası ve semâların bir bulutsu görünümde olduğu ilk hali ve ânı…) bağrında kök salıp gelişmiş ve bütün varlığın, sırlarını ruhunda taşıyan bir NİLÜFER gibidir; hem arzla hem de semasıyla doğrudan doğruya olmasa bile dolaylı bir alâkasının var olduğu sezilir. O, geçmiş bütün devirlerden değişik çizgilerle en asil, en soylu, en eski bir TÂRÎHÎ PIRLANTA ve aynı zamanda değerini kat kat artırarak hep yeni kalabilmiş ATÎK ve ANTİK bir BİNA’dır; Hz. Âdem, sulbünden gelen bütün nesillerin ruh, karakter ve mizaçlarında en önemli bir kaynak olduğu gibi, Ka’de de yeryüzünde binâ ve inşaat vakasının ruh, mânâ ve muhtevâsını taşıyan sırlı bir evdir.”
“İbn-i Arabî Kibrît-i Ahmer’in Peşinde” isimli eserin yazarı Claude Addas diyor ki: “Muhyiddin İbn-i Arabî’nin gözünde, tıpkı kainattaki diğer herşey gibi Ka’be de yaşayan, konuşan ve işiten bir varlıktır. O halde Ka’be’nin bir gün İbn-i Arabiye seslendiğini ve Kendisini tavaf etmesini istediğini veya Zemzem’in ona suyunu içmesi için ısrar ettiğimi öğrendiğimizde şaşırmamalıyız. İbn-i Arabi'nin belirttiğine göre, bu taleplerin her ikisi de kulakla işitilebilecek bir sesle telaffuz edilmiştir. Ka’be ve Zemzem’in yüksek mevkiinin kendi kurbetine (yakınlığına) perde olmasından çekinen İbn-i Arabî (zira, İbn-i Arabiye göre Ka’be’nin şerefi âşikar olsa da, hakikatların tecelli mahalli olarak mertebesi Ârif-i billah altındadır. Yani İbn-i Arabî böyle zannettiği için) okuduğu beyitler vasıtasıyla nazik bir özür beyan eder. Bu tavır karşısında incinen Ka’be öç almaya karar verir. Hicri 600 / Miladî 1204 senesinin soğuk ve yağmurlu bir gecesinde Muhyiddin İbn-i Arabî Harem-i Şerif’te tek başına tavaf etmekteyken, Ka’be onu ezmekle tehdit eder: ‘Hacer-i Esved’in önünde Ka’be’ye bakıyordum. Ka’be’nin örtülerini sıyırdığını ve temellerinden yukarı doğru yükseldiğini gördüm. Şam Rüknüne geldiğim zaman beni fırlatıp atmak üzere hazırlanmaktaydı. Kulağımla işittiğim sözler söyleyerek beni tehdit ediyordu. Korkmuştum. Allah bana Ka’be’nin hoşnutsuzluğunu ve öfkesini göstermişti ve oradan ayrılamıyordum. Darbelerinden korunabilmek için duvarın arkasına saklandım, böylece Onunla benim aramda bir kalkan olmuş oluyordu. Vallahi, Ka’be’nin şöyle söylediğini işitebiliyordum: ‘-Yaklaş da sana ne yapacağımı gör!- Benim mertebemi ne kadar küçülttün, Adem oğlunun mertebesini be kadar yükselttin! Arifleri benim üstümde tuttun! Yeğane Kudret Sahibi Cenab-ı Hakkın kudretine andolsun ki etrafımda tavaf etmene izin vermeyeceğim!..’ Bir an düşündüm ve Allah’ın beni ikaz etmek istediğini anlayıp hamdettim. O anda Ka’be’nin tıpkı zıplamaya hazırlanan kişinin giysisini sıyırması gibi örtülerini sıyırmasını görünce kapıldığım korku geçti. Öfkesini yatıştırmak üzere ona irticalen şiir okudum. Ben onu şiirimle övdükçe yavaş yavaş yatıştı ve yeniden temelleri üzerine döndü. Söylediklerimden memnun olmuş görünüyordu ve her zamanki yerine geçmişti. Tavaf edebileceğimi, artık bana işilmeyeceğini işaret etti.” (Kaynak: Fütuhat-ı Mekkiye 1. Cild sayfa 700)