Ölümden ürküp kabirden korkarak başını çeviren gâfil nefsimize deniliyor ki: “Kabir, âhiret âlemine açılmış bir kapıdır. Arka ciheti rahmettir, ön ciheti ise azaptır. Bütün dostlar ve sevgililer o kapının arka cihetinde duruyorlar. Senin de oralara iltihak etmek zamanın gelmedi mi? Evet vakit yaklaştı. Dünya pisliklerinden temizlenmek üzere bir gusül lâzımdır. Yoksa onlar iğrenip tiksinecekler. Eğer İmam Rabbanî Ahmed-î Fârukî bugün Hindistan’da hayattadır diye ziyaretine bir davet vuku bulsa, bütün zahmetlere ve tehlikelere katlanarak ziyaretine gideceğim. Binâenaleyh, İncil’de, Ahmed, Tevrat’ta Ahyed, Kur’an’da Muhammed ismiyle isimlendirilen iki cihanın güneşi (S.A.S.) kabrin arka tarafında, çevresindeki milyonlarca Ahmed-i Fârukî’ler ile durmaktadır. Onların ziyaretlerine gitmek için niye acele etmiyoruz? Geri kalmak hatadır.” (Mesnevi-i Nuriye, Habbe)
Öyleyse Uluların Ulusu’na dönüp şöyle niyaz edelim: “İlahî! Senin rahmetin, sığınağımdır ve Rahmetenli’l-âlemin olan Habib’in Muhammedin (S.A.S.) Senin rahmetine yetişmek için vesilemdir. Senden şikayet değil, belki nefsimi ve hâlimi Sana şikayet ediyorum. Ey Hâlık-ı Rahîmim ve ey Rabbi Rahîmim! Senin bu kulun hem âsî, hem âciz, hem gâfil, hem cahil, hem alil, hem zelil, hem günahkâr, hem yaşlı, hem Efendisinden kaçmış bir köle olduğu halde, seneler sonra nedâmet edip Senin dergâhına avdet etmek istiyor. Senin rahmetine iltica ediyor. Hadsiz günah ve hatalarını itiraf ediyor. Evham ve türlü türlü illetlerle mübtelâ olmuş. Sana tazarru ve niyaz eder. Eğer kemâl-i rahmetinle kabul etsen, mağfiret edip rahmet etsen, zaten o Senin şânındandır. Çünkü Erhamürrahiminsin. Eğer kabul etmezsen, Senin kapından başka hangi kapıya gideyim? Hangi kapı var? Senden başka Rab yok ki, dergahına gidilsin. Senden başka hak mabud yok ki, ona iltica edilsin. Lâ ilâhe illâ Ente, Vahdeke, lâ şerike leke. Dünyada son ve âhirette ve kabirde ilk kelâm: Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Rasûlullalh Sallallahü teâla aleyhi ve sellem.” (On Yedinci Lem’a, 12. Nokta)
1967’de İzmir’de bir zelzele olmuştu. Tarihi Kestanepazarı Camii’nde cemaatle namaz kılıyorduk. Önümdeki duvarın böyle gelip gittiğine, yerinden oynadığına şahit oldum. O sene yaz tatilinde hem cami, hem çevresinde yurdumuz tamir olacağı için o seneki yaz kursu tatil edilmişti. Bizi o münasebetle M. Fethullah Gülen Hocaefendi dört arkadaş Edirne’de vâiz Hüseyin Top Hoca’nın yanına gönderdi. Taşlık Mahallesinde daha önce Hocaefendi’nin kaldığı bir evde kalıyorduk. Bir hafta sonra Hocaefendi ziyaretimize gelmişti. Namazlardan sonra kitap okuyorduk. İbrahim Kocabıyık arkadaşımız Lem’a’lar’dan On yedinci Lem’anın On İkinci Bölümünü okuyordu yani yukarıda bir parçasını aldığım kısmı… Arkadaşımız gözyaşlarını tutmadı. Hocaefendi de çok hislenirdi. Hepimiz aynı haldeydik. Gerçekten, hayatımızın muhasebesi ve öbür âlem için tesirli ve ibretli ifadeler mevcut…
Gözyaşları hakkında Kur’an-ı Kerim’de âyetler mevcut: “Gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz.” (Necm Suresi, 60) “Artık kazandıkları işlere karşılık az gülsünler, çok ağlasınlar.” (Tevbe Suresi, 82) “Ağlayarak çeneleri üzerine kapanırlar ve Kur’an-ı dinlemek onların, derin saygısını artırır.” (İsrâ Suresi, 109) “Onlara Rahmanın âyetleri okunduğu zaman, ağlayarak secdeye kapanırlar.” (Meryem Suresi, 58)
Bu kudsî ifadelerin hazinelerini açıp sergilercesine “Gözyaşları” başlıklı yazısında M. Fethullah Gülen Hocaefendi şöyle diyor: “Hak rahmetinin, insan gözünde damla damla olmasıdır gözyaşları. Dilin, duygunun ve gönlün el ele, yüz yüze birleştiği, iç içe girdiği anın çiçekleşmesidir gözyaşları. Cennet hurilerinin kulaklarındaki küpeler, gözyaşı damlalarının yanında toprak kadar aşağı ve değersiz kalır. Heybet, korku, saygı ve sevgi gibi insanı duygulandıran gönül tasını yakan, kalbden sefil arzuları sıyırıp atan, ulvî hislerin çepeçevre ruhu sardığı anın şehâdet kanıdır gözyaşları. Bulut bulut yükselip, Hak rahmetinin eteklerine dudak gezdiren, bu fâni âlemin bekâya mazhar pırlantalarıdır gözyaşları. Bu tuzak ülkesinde böylesine pervaz edişlerle arşiyeler yapıp, nazlı nazlı lâhut âleminin kapısını çalmak, başka hangi fâniye müyesser olmuştur? Eserinde esrarını izlemek; buldukça, aramaya istek kazanmak ve Yunus diliyle ‘Deryada mâhî ile, sahrada âhû ile’ O’na yadetmek, inlemek. Her yerde O’nun haberini sormak ve sonra çözülen her düğüm karşısında buzlar gibi erimek. Sel olup çağlamak, başını taştan taşa vurup ağlamak.”
“İçi sızlamayanlar, kirpiği ıslanmayanlar, kem tâlih hoyratlardır. (…) Şimdi sizler ey bütün bir tarih boyunca ağlamayı unutmuşlar, gamsızlar, dertsizler ve ağalanacak hallerine gülenler! Gelin şu çıkmazın başında durup asırlık gamsızlığımıza bir son vererek beraber ağlayalım. Cehaletimize ağlayalım. Kaybettiğimiz şeylerden habersizliğimize ağlayalım. Kusurdan bir heykel haline gelmiş mahiyetimize, duygularımızın dumura uğrayışına ve hoyratlaşan gönlümüze ağlayalım. Bu vaziyette öleceğimize, öldüğümüz gibi dirileceğimize, tasmalı ve prangalı büyük imtihanda, en büyük merasimde fevç fevç geçecek olan mazinin şanlıları arasında yer bulamayacağımıza ağlayalım. Daldan kopan bir meyve gibi yalnız düşüşümüze, ayaklar altında ezilişimize, rahmetten cüda kalışımıza ağlayalım. Yukarılara doğru güvercinler gibi kanat çırpalım ve çok yükseklerde öyle bir ‘Âh!’ edelim ki, ünümüz, gözyaşlarından meydana gelen bulutları harekete getirsin. Sonra ateşimizi söndürecek o damlalar, yağmurlar gibi başımızdan aşağıya insin ve ateşimizi, yangınımızı söndürsün; kin ve nefret ateşini, bütün dünya ve ukbâ ateşini…” (Gözyaşları, M. Fethullah Gülen)
Şu ateşin sözleri, inşaallah vicdanlarımıza işlemiştir…