Ta baştan beri bu Hizmet Cenab-ı Hakk'ın inayeti altındadır. “Belki hoşumuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır.” (2/216) âyet-i kerimenin sırrına göre, zâhiren çok çirkin görünse bile olayların sonunda hep büyük hayırlar ve güzellikler müşahede edilegelmiştir.
M. Fethullah Gülen Hocaefendi bu hususu ele alırken diyor ki: “Hakkında açılan davaları, mahkûmiyet kararlarını, sürgünleri ve hapis cezalarını dahi hep hayra yoran ve her fırsatta talebelerine ‘Merak etmeyiniz, biz İNAYET altındayız. Zâhiri zahmetlerin ardında büyük rahmetler var” diyen Nur Müellifi, işte bu İNAYET anlayışını seslendirmiştir. Hapisane hayatını bile İlahî Kaderin emri, tensibi ve sevkiyle MEDRESE-İ YUSUFİYE KONGRESİ'NE İŞTİRAK etme olarak değerlendirmiştir. Kur’an hâdimlerinin İlahî Himayeye mazhar kılındıklarını, her zaman Cenab-ı Hakkın gözetimi altında bulunduklarını, şayet musibetlere sabır ve tevekkülle mukabele ederlerse, bir dirhem zahmetin bir batman rahmet ve sevabı netice vermesi suretinde çok kıymettar mânevî faydalara nail olacaklarını müjdelemiştir.
“Aslında, kendisini İlâ-yi kelimetullah’a adayan ve bu yolla Allah’ın rızasını tahsil etmeye çalışan insanların hepsi İLÂHÎ İNAYETE mazhardır; Peygamberler başta olmak üzere, Peygamberlik davasının her temsilcisi istisnasız Cenab-ı Hakk'ın görüp gözetmesi altındadır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de değişik vesilelerle bu hakikate işaret edilmektedir. Bu cümleden olarak, Resul-i Ekrem Efendimize (S.A.S.) ‘Rabbinin hükmüne sabret. Muhakkak ki, Sen bizim gözetimimiz altındasın. Rabbini hamd ile tesbih et.’ (52/48) denilmektedir. Yani ‘Sana kimse ilişemez; çünkü sen gözümüzün önündesin, bizim nezaretimizde korunup kollanmaktasın!’ İlâhî hitabının birinci Muhatabı, Peygamber Efendimizin Hicret esnasında mağaranın ağzına kadar yaklaşan düşmanları görünce Habib-i Ekrem (S.A.S.) adına endişelenen Hz. Ebu Bekir’e ‘Sen hiç tasalanma, zira Allah bizimle beraberdir!’ deyişi de işte o beraberliği, o İNAYETİ, o RİAYETİ, o KİLÂETİ ve o VEKÂLETİ ifade etmektedir. (…) Sadi Şirazî ‘Ne gam o gemidekilere ki, dümende oturan Sensin yâ Muhammed!..’ der. Evet kaptanlığını İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (S.A.S.) yaptığı bir gemi de asla batmayacaktır; zira, Habib-i Ekrem ve onun tayfası her zaman Cenab-ı Hakkın koruyup kollamasına mazhardır.” (Pırlanta Ölçüler-12, İnayet Altındayız)
Bundan bir kaç sene önce Adana’ya gitmiştik. Ziyaretlerimizi yapıp dönerken tam arabaya biniyorduk ki, elime bir zarf tutuşturdular. Çukurova Üniversitesi’nden bir öğrenci, gördüğü rüyayı yazıp göndermişti. O zaman okumuştum. Enteresan geldiği için alıp saklamıştım. Bugünlerde elime geçti. Tekrar okudum. Sanki bugünleri anlatıyor. Teselli-bahş olan bu rüyayı, o zaman sizlere arz etmeyi pek düşünmemiştim ama şimdi tam zamanı gibi geliyor. Onun için, kelimelerine hiç dokunmadan, hatta devrik cümlelerine kulak asmadan aynen takdim etmek istiyorum.
“Sabah namazının farzının son secdesinde idim. Rüyamda bir geminin içindeyim. Gemi çok büyük, bir ucundan diğer ucuna uçakla 18 saatte gidiliyor. Birileri beni küçük bir uçağa bindirip geminin en ucuna götürüyor. Orada bir dümen, dümeni kontrol eden kişi havada oturuyor ben arkadan görebiliyorum onu. Biraz yanına yaklaşınca mükemmel bir kokusu olduğunu hissediyorum. Yanında uzun boylu genç ve hacca gider gibi bembeyaz giyinmiş parıl parıl iki adam var. Ben onun yanına yaklaşmak istiyorum ama görünmeyen birileri beni geri ittiriyor, sonunda onu göremeden beni bir uçağa bindirip geminin ortasına geri getiriyorlar. İçeriye giriyorum ortada çok büyük bir salon, etrafında küçük odalar, odaların üzerinde bazı hocalarımın isimlerini de görüyorum. Hocalar odaların içinde sohbet ediyorlar. Büyük salonda da Hocaefendi’nin sohbet ettiğini görüyorum. Hocaefendi’yi görünce yanına gidip elini öpmek istiyorum ama görünmez birileri yine beni geri ittiriyor. Bu sırada dışarıdan takır takır taş sesleri geliyor, güverteye çıkıp aşağıya bakıyorum ve geminin suyun üzerinde gitmediğini görüyorum. Bembeyaz giyinmiş insanlar sonu görülmeyen bir şerit halinde gemiyi elden ele taşıyarak götürüyorlar. Etrafta normal günlük hayattaki gibi giyinmiş insanlar gemiye irili ufaklı taşlar fırlatıyorlar ama gemiye bir zarar veremiyorlar. Ben içeri Hocaefendi’nin konuşmasını dinlemek için giriyorum, biraz geçtikten sonra içerde bir uğultu çıkıyor, ileriden zayıf bir adam geliyor, ben de iyice yaklaştıktan sonra tanıyabiliyorum ancak gelen Bediüzzaman’mış, onu görünce kalbim yerinden çıkacak gibi çarpmaya başlıyor. Bediüzzaman göğsünden Âyetü’l-Kübra’yı çıkarıp Hocaefendi’nin göğsünün altındaki cebine koyuyor. Hocaefendi kitabı çıkarmak için elini cebine götürüyor ama kitap kılıca dönüşüyor. Kılıç tamamen çıkınca fark ediyorum ki Hz. Ali’ye (Radiyallahü anh) ait olan iki başlı zülfikarmış. Hocaefendi kılıcı tamamen çıkarınca taşımakta zorlanıyor, kılıç çok ağırmış ve kılıcı yere düşürüyor ama elinden bırakmıyor. Bu arada arkasında kimsenin göremediği biri var parlaklığından yüzünü göremiyorum, Hocaefendi’nin bileklerinden tutup kılıcı kaldırmaya yardım ediyor. Ve odanın içine büyük bir heykel getiriyorlar, etrafında çoğu kırılmış küçük heykeller var. Hocaefendi kılıcı kaldırıp büyük heykelin boynuna vuruyor aynı anda kırılmamış olan küçük heykeller de paramparça oluyor, bundan sonra uyanıyorum. Kalkıp namazı tekrar kıldım.”
İşte 17 Haziran 2007 tarihli mektupta anlatılanlar bunlar. Günümüzü tam ifade etmiyor mu? Elhamdülillah “Sefîne-i Nuh” gibi bir hizmet içinde sâhil-i selamete doğru bir gidiş var. Saldırılara rağmen hiç aldırış edilmeden herkes işine ve hizmetine bakıyor. Tefsir dersleri devam ediyor. Tevhid dersleri Âyetü’l-Kübrâ Risalesi âhenginde sürüyor. Üstad Hazretleri zamanında olduğu gibi mâneviyat âleminin büyüklerinden olan Hz. Ali ve Abdülkadir Geylanî Hazretleri’nin mânevî himmetleri hizmetin üzerinde… Zülfikâra dönüşen Âyetü’l-Kübrânın daha başka derin işaretleri olduğu kanaatindeyim. Elbette ehli ondan çok büyük müjdeler hissedebilir… Ehl-i Beyt olanlar…