Merhum Kemal Ural Ağabeyimizin neşrettiği Şûle dergisi her kesimin nerdeyse sevdiği bir dergi idi. 1962’den itibaren çıkan bu güzel dergi gönüllerin sevgilisi, sevgilimiz olmuştu. Bizden başka, ayrı dünyaların ümit edilmedik insanları bile dört gözle onun yeni sayısının çıkacağı günü bekliyorlardı…. Hatta sol görüşlü bir yakınım bile “Alır, okurdum, ne güzel dergiydi; ne oldu? Neden kapatıldı?” diye sormuştu, sonraki yıllarda… Ki, bu zat, beni “ortanın solu” meselesi çıkınca, daha ben bir İmam-Hatip orta okul öğrencisi iken, Uşak’ta beni Bülent Ecevit’in konferansına götürmüştü…
Ömer Özcan Beyin “Biraz da Şûle dergisinden bahseder misiniz?” sorusuna Kemal Ural Ağabey şöyle cevap veriyor:
“Şule dergisi 1962’de çıkmaya başladı… Öteden beri içimde bir dergi çıkarma arzusu vardı ve bu ruhumda yaşayan yakıcı bir hayaldi. Gerçeğin ışığını daha dış dairelere ulaştırmak, duyurmak istiyordum. Dergi ismi olarak Zemzem düşünüyordum ben. İnsanın son nefesinde Zemzem’e ihtiyaç var ya… Bir gün Atıf’tan (Ural) bir mektup aldım. ‘Ağabey, Zemzem’i çok söyledin. Biraz da Şûle’yi terennüm et’ diye, tekrar hatırlatıyordu bana. Derginin adı böyle konulmuş oldu. Fikrimi değiştirmem rahatlatmıştı beni. İnsan daha geniş açıyla bakmalıydı. Ama bunu biraz geç anlamıştım. Karanlıkta kalmış insanın da hiç olmazsa, Şûle’ye bir anlık ışığa ihtiyacı vardı. Özetlenmiş, yansıtılmış bir ışık olacaktı bu. Yaşadığım olayları Şûle’nin çıkması için kaderin planı olarak yorumlayıp hemen işe koyuldum. Sahaflarda bu konuda sürmüştü araştırmam. Özellikle anlamlı, duygu veren resimler aramıştım aylarca…
Muhayyileyi çalıştırıp, uzaktaki hakikatleri bir dürbün gibi yakına getirip duyguya ulaşmak istiyordum. (…) İnanın tek kuruş sermayem yoktu. Aşk, coşku ve heyecan içindeydim sadece. Bunun dışında param ve hiçbir tecrübem yoktu. (…) Şûle sadece 8 sayı çıkabildi… ‘Biz komünist gençlere de veriyorduk Şûle’yi’ demişti, görüştüğümüz birkaç bâyi. Ayrıca ‘Sevgili Şûle, ben bir hakikat arıyordum…’ diye mektuplar alıyordum. (…) İnsanların peşin yargıyla konuya yaklaşmamaları için ‘B. N.’ Veya ‘S. Okur’ diyerek muazzez Üstad’ın ismini hatırlatacak şekilde yazıyordum. Çünkü isim değil; ilaçlar, kanıtlar, burhanlar önemliydi. Aksini savunmak ne anlama gelirdi? Yıllarca işkenceye, ezaya katlanarak kalblerde iman çiçeklerinin açmasını bekleyen Üstad Bediüzzaman’ın davasına sadakatsizlik olmaz mıydı? Ama ‘İnsan bilmediği şeyin düşmanıdır’ gerçeğinin hep uzağında kalındı. Vicdanî kanaatim şudur ki, Şûle o kadar çıkmalıydı. Görevi o kadardı. Hem de yerine getirilecek başka hizmetler vardı. Şûle belki de kendi sahasında örnek bir çığır açmıştı. Kaderin programında onun o kadar yeri vardı. Şükretmeliydim yalnız. Hem bir tecrübe olmuştu. Şûle’nin son sayısının arka kapağında seslenişi şöyleydi: ‘Yeni doğuşlara hazırlanan dünyada her sabah bir başka şûle parlayacak!’ Nitekim öyle oldu. Şûle’den sonra gerçeği terennüm eden nice dergiler birbiri ardınca doğdu. Hakikat, ister Şule’den, ister başka isimde bir dergiden yansısın. Ne fark eder? Öyle değil mi?
“Çok değerli Fethullah Gülen Hocamızın, kendisi ile yapılan röportajda Şûle’yi anlatışına yer verelim burada: ‘Size bir hatıramı anlatmak istiyorum. Aynı mülahazalarla bazı kısımlar sadeleştirilerek Şûle dergisinde neşrediliyordu. Konya’da bulunuyordum. O ayın mecmuasını alayım diye kitapçıya girdim. İslâmi konularla ilgili görünmeyen bir kız geldi. Heyecanla, ‘Şûle geldi mi?’ dedi. Gözlerim doldu. Sızıntı dergisini çıkarmaya o gün karar verdim.
“Küçük Şey Yoktur’ kitabı, Üstad’ın, ‘Bazen küçük bir şey, büyük bir iş yapar’ ve ‘Küçük şeyler, büyük şeylerle merbuttur.’ sözlerinden yansıyan satırlardır. ‘İnançsızlığın anatomisi’ni ise, Üstad’ın ‘Nur’a her taifeden insanın ihtiyacı ve susuzluğu var’ sözü ilham etmiştir ve inanç gerçeklerinin bir nevi özetidir. Bitmek üzere olan kitap ise yine Üstad’ın ‘Bir yangın var, çocuğum içinde yanıyor!’ sözünün sonucu olacaktır.
“Üstad’ın ‘Benim vazifem bitti. Bundan sonrasını, zamanın anlayışına uygun açıklamaları sizler yapacaksınız’ anlamında sözlerini içeren bir mektubunu rahmetli Mehmet Emin Birinci getirmişti bir gün bana. Fakat ne acı ki, vahiyle inen Kur’an bile İngilizceye ve diğer dillere tercüme edilirken, sürüyordu gerçeği inciten iddialar. Mânen öksüz bırakılmış, sokağa, başıboşluğa, hiçliğe terk edilen bir neslin ne farkı vardı bir yabancıdan? Gözler görmüyordu bu dehşetli inançsızlık selini. Zaman azdı ve bitiyordu hayat. Gerçeği sevdirmek ve benimsetmekti önemli olan. Kelime öğretisi ısrarından vazgeçip, haykırmak gerekliydi: ‘Dur, gitme gemici! Burası inançsızlık vâdisi!. Hangi iş insanı kurtarmaktan daha önemli olabilir?”
Evet… Gerçek bu…
Abdullah Aymaz